YALNIZLIĞA DALIP GİTMEK (Deneme)
Ben bu kadar yorgunluktan sonra derin bir yalnızlık çekerim artık, dedi. Uykuya dalar gibi daldı içine hayatın.
Zincirinden boşanmış boğa gibi saldı kendisini. Dağlara, yollara vurdu. Yemyeşil çayırlara, ormanlara…
Gittikçe gidiyordu ardına bakmadan.
Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Prangaları çözülmüş bir mapus, azad edilmiş hür bir köleydi sanki.
Azad edilmeden önce tek düşüncesi özgürlüktü. Kendisine yasak edilen her şeyi yapacak, tadını çıkaracaktı esaret dolu günlerin.
Dünya ne kadar genişti ve ne kadar da güzel. İnsanlar vardı her biri bir diğerinden güzel. Çeşit çeşit nimetleri vardı dünyanın. Herkese hakkaniyetle dağıtılmış. Kafasını, beynini ve vücudunu çalıştıran herkesin sahip olduğu nimetler.
Yararlanacaktı her birinden.
Dur diyordu, acele etme. Hemen tüketme. Yarına da sakla. Yarından ümit kesilmez diyordu ardından da. Allah’tan ümit kesilmez!
Kendisini çekip çevirecek parası vardı. İmkânları yerli yerindeydi.
Ayaklarında zincir olmadığından, sırtında yük olmadığından, canını sıkacak kimse olmadığından, herkesin bir günde dolaşacağı mesafeyi bir saate sığdırıyordu.
Kalan zamanında daha da ileri gidiyor, dağıtıyordu efkârını.
Öteye git, beriye gel diyenlerin olmaması ne kadar da güzel, diyordu.
Türlü meyvelerin olduğu bahçeye giriyor, hangisini yiyeceğini şaşırıyordu.
Hangi ağacın gölgesi daha serin, hangi pınarın suyu daha soğuk, seçiyordu.
Mutluydu. Öyle ki, mutlu olduğuna herkesi ikna etmeye, gözlerinin içini herkese göstermeye çalışıyordu. Gülüyordu da. Gerçekten gülüyordu.
İnançlarının, aile terbiyesinin ve kendi keskin kurallarının dışına çıkmadan alabildiğine bir hayat sürüyordu.
Okuyor, yazıyor, geziyor, tozuyordu.
Biriktirdiği hüzünlere hiç dokunmuyor, çektiği acıları yanına almıyor, onları bir yere hapsedip, üzerini şiirlerle, hikâyelerle, şarkılarla örtüyor alıp başını gidiyordu.
Yolu yokuşa düşerse, yolunu değiştiriyor, görmekten sakındığı insanları başından savsaklıyor, görmek istediklerine kavuşmak için de bir yol buluyordu.
Başını yastığa koyunca derin bir rahatlık hissediyor, yalnızlığa dalıp gidiyordu.
Sözsüz konuşmamaya öteden beri özen gösteriyor, aklının yetmediği yerlerde akıl alıyor, fikrinin olmadığı konularda ahkâm kesmemeye dikkat ediyordu.
Etrafında rakımı yüksek duvarlar inşa ediyordu bir taraftan da.
Kalbinin ve vicdanının sesine kulak vermeyeli epey zaman geçmişti.
Kalbi artık sadece atıyordu, kan pompalıyordu moda deyimle.
Herkesin içinde fakat kimsenin içinde değildi. Kimseyi de almıyordu içine.
Avlanmanın yasak olduğu bölgelerde dolaşıyor, avlanma meraklısı olmayanların gözlerinin önünde gezintiye çıkıyordu. Avlanma meraklısı olmadığını söyleyenlerin birden fikir değiştirdiğini hissedince kaplumbağa gibi çekiliyordu kabuğunun, duvarlarının içine.
İnsanların önünü görebilmeleri için yaktığı ışığı farklı yönlere çekenlere de; yürü, aydınlık işte önün, diyordu.
Genişti dünya!
Rengârenkti kırlar, dağlar, bayırlar. Irmaklar akıyordu sessizce. Çığlıkları duyuluyordu martıların denizlerde.
Yağmurlar ne kadar güzel yağıyordu. Gök ne kadar güzel maviydi. Geceleri yıldızlar ne kadar güzeldi.
Ne çok sevimliydi sokaktan geçen çocuğun yüzü.
Ağaç ne kadar cömertti, meyveye uzanamayan çocuğa dallarını eğiyordu.
Dostlar sarılınca ne güzel sarılıyorlardı öyle.
Kitaplar sıraya giriyordu, beni de oku diye yalvararak.
En çok kalem hediye ediyordu insanlar, kitap hediye ediyorlardı. Akıl verenler de yok değildi. Yol verenler, yol gösterenler…
İçinde bulunduğu durumun önemine dikkat çekiyordu. İkna ediyordu herkesi yalnızlığın nitelikli yanına, yanında aldığı dünden kalanlarla.
İkna olmayana bir daha anlatıyordu. Aslında sadece kendisini ikna etmeye çalışıyordu anlatırken.
Kendisi ikna olsa kimseye anlatamaya gerek kalmayacaktı.
Bir gece rüyasında meyve vermek için cömert olan ağacın devrildiğini gördü. Çocuklar başına üşüşmüş, hiç uzanamayacakları dallara ayaklarını basarak meyve topluyorlar, ağaç da oldukça seviniyordu bu duruma. Yaprakları, dalları meyveleri gülümsüyor, sevincinden sallanmıyorlardı bile.
Birkaç saat sonra yapraklar buruşmaya başladı. Meyveler kendiliğinden içini çekti. Ağacın toprağa bağımlı kaldığı zamanlarda, topraktan alıp biriktirdiği öz suyu çekilmeye, ağaç kurumaya başladı.
Kimse gelip ağacın gölgesinde oturmuyor, meyvelerini toplamak için dokunmuyorlardı bile.
Bir başka gece yalnızlığa daldığı sırada, kendi halinde yaşayıp da, piyangodan ikramiye kazanarak birden zengin olan, parasının sayısını bile bilmeyen bir insan gördü.
Zincirinden boşanmış boğa gibi para harcıyordu. Hazıra dağ dayanmazdı. Dayanmıyordu da.
Ağacın kökleri toprak aramaya başladı, zengin eski, kendi halinde yaşayan günlerini…
Zincirinden boşanıp da kendini dağlara vuran boğa boynunu uzatacaktı zincire, bir boynu olsaydı.
M’S
Eylül ’14