YAĞMURUN ÖLÜMÜ (Deneme)
YAĞMURUN ÖLÜMÜ (Deneme)
Sen yalnızlığını giyip bekliyordun bir köşede, yağmurlara ısmarlamıştın tüm hayallerini, yağmurlar rüzgâr bekliyordu, yaprakların da beklediği gibi, düşeceklerdi toprağın koynuna, toprak çekecekti belki, ya da lütfen kabul edecekti.
Belli ki üşüyordun, kalabalıklar giyindiğinden beri, çoğalttığından beri düşleri, ısıtmıyordu seni hani? Isıtamıyordu ne giyersen…
Mademki üşüyordun, iliklerine kadar üşümeliydin.
Yüzünde tebessüm vardı, aldatıcıydı, içten içe bir hüzün barındırıyordu gözlerin, gözlerinin fersizliğinden belliydi yalnızlığın.
Gelirayak patırtıların vardı, ürkütülerin… Kaçış kaçışlarına uçuşuyordu güvercinler.
Aceleci bir geliş, ateş almaya yakın, sönmeye yüz tutmuş gitmelerinle birlikte.
Kafile kafile çoğaltıyordun heybendeki kırıklıkları. Dökük bir akşamdan kalma son’larınla başlıyordun yeni yetme uzaklıklara…
Bir kendini kandıramıyordun bir de gözlerine bakmaya aşina olduğun yağmurları. Yapraklar dökülüyordu, mevsimiydi artık ölümün.
Yaşamlardan yaşam beğeniyorken başkaları, sen öldürüyordun içindeki yaşama hevesini. Heves kalmamalıydı da zaten, hevessiz bir yola çıkmamanın cazip tarafı vardı. Yol heves barındırmıyor gibiyken bu kadar çekiyordu seni, gözlerini ve ayaklarını, üstüne üstüne.
Gel diyen ellerin sıcaklığından emin olmadığın için bakakalıyordun uzaktan sallanan ellere, kal diye yüzünde gezinen ellerin soğukluğu yakıyordu içini, ruhunu ateşe veriyordu, bedenin buz keserken.
Mantıklı bir deyiş değildi sözlerin, beyinsel bir travma geçirir gibi yaşıyordun, her kasavet çökünce omuzlarına, karamsar bir karamsarlık yoktu düşününce düşüncelerinde.
Olsun diyordun, ne olacaksa olsundu artık, ne olduysa sanki olsun deyince?
Olmasın da diyebilirdin bir işe yaramayacağını bilmediğin halde.
Kelimeleri dans ettirmek, cümlelere takla attırmak senden seni alıkoyamıyordu, sen hala kendinde kalıyordun kendinden geçmiş bir ruh halinle.
Düşlediğin hiçbir yaşam ayaklarını yerden kesmiyorken, üzerine bindiğin uçan halılar bile çıkartamıyordu seni bulutların üzerine ve sen hep göklere salıyordun gözlerini, mavi, bakışında kaybolan göklere…
Sağanak bir hayal kırıklıkları yağıyordu üzerine, üzerinden alamıyorken düşkünlüklerini.
Sorular vardı beyninde, dilinin ucunda kendine cevapların, yutkunuyordun soruları, düğümleniyordu boğazında ve hiçbir soru, cevapları kadar cazip gelmiyordu sana, cevapları kadar çekici…
Yaprakları toprağa düşüren rüzgârlarla birlikte uçuşup uçuşup düşüyordu beynine sorular, üşüşüyordu beyninde.
Kahvenin hatırı, çayın hatırı kalmamıştı, sözlerin hatırı kadar! Sözlerin verdiği acı kadar kekremsi değildi hayatın tadı.
En kalın duvarları bile delebilen roketler gibi deliyordu sözler seni, ruhun işgal altında, en donanımlı keskin nişancının namlusundan çıkan sözler gibi deliyordu, işliyordu içine içine.
Bir acı kelama duyarlıydı biriktirdiklerin içinde, kıvılcımla patlayacak ve yakacaktı her şeyi…
Her şey yağmurun ölmesiyle başladı.
Yağmur başladı…
M’S