ÇAY ÇİZDİK DUVARLARA, ÜSTÜNE ALINDI DAĞLAR
ÇAY ÇİZDİK DUVARLARA, ÜSTÜNE ALINDI DAĞLAR
Biz elimizde kalem, çay çiziyorduk duvarlara, ağzımızda kekremsi ve demini almamış bir çayın tadı gibiyken hayat.
Erkendik, ertelendikten sonra anladığımızı varsayarak, öyle düşünüyorduk. Düşünüyorduk, varlığımızın sebebini, yoklukların acımasızlığını.
Acıyla kıvranıyor gibi yaptığımıza bakma der gibi bakıyorduk kendimiz, kıvrandığımıza, kıvrandırdıklarımıza.
Biz çay çiziyorduk duvarlara, dağlar üstüne alınıyordu, dağlara yaslandık, hakkıydı. Haklıydık da. Yoktu beklediklerimiz. Olmayacaktı, çay vardı elimizde, elimize sağlık, ağzımıza layık, ağzınız ne kadar güzel laflar ediyordu oysa.
Ağzımız açıktı, çiziktirdiğimiz dağların yamacındayken sırtımız, sırtımızda derinlemesine bir dost yarası arar dururduk, düşmana sitem edilmezdi.
Ne sırtımıza bir bıçak saplanmıştı ne de eksik oluyordu çayımız. Tadı yok muydu? Vardı elbette.
Kuyunun dibine düşmek, dibine kadar düşmek istiyorduk, kuyudan avaz avaz seslenip, acındıracaktık kendimize. Kendimiz, vicdanımız hangi ellerin ayasına hedef olmuştu ki? Hangi sözün acısıyla irkildi kulaklarımız, sitem dolu değil, acı dolu değil.
Gittikçe azalıyordu korkularımız, kaygılarımız, yokluğun ve yalnızlığın pençesinde kıvranmayalı epey olmuştu.
Ne bir dost yarası kanatıyordu içimizi, ne de yar eli saplıyordu ciğerimize kanlı bıçağı.
Sitemsiz, gurursuz bir yaşam.
Gelen arzuladığı ve beklediği beklentilerini çıkınına sarıp kayboluyordu gözlerden ırak, gönüllere fersah uzaklıklara.
Araya dağlar girmeliydi, yolsuz bir yolcunun uğramayacağı dağlar. Damağında çay tadı, dimağında bozulmuş ezberler biriktirmeliydi.
Korunak bilip tüm takıntıları, saplantıları ve önyargılarıyla dağları mesafe yığınına dönüştürmeliydi. Dağların arkasına değil yamacına vermeliydi sırtını, dağdan dost, batmalıydı sırtına tüm kayalıklar.
Rüzgârın aşındıramadığı dostluklara selam durmak, fırtınaların batıramadığı gemileri yürütmekti su altından, gayretler bu yönde şekillenirken, şekil almamalıydı şekillendirmeye çalışanların kabından.
Yağmurdan düşer gibi düşmeliydi tüm yaşananlar, ıslak, buğulu ve çelimsiz bir bakışla.
Çaya yakındık işte, yatkındık da üstelik. Çay çiziyorduk duvarlara, üstüne alınıyordu dağlar. Hakkıydı!
Birkaç geçici hevesimiz vardı, geçmedi, geçmek bilmedi.
Heves diye başlayıp, heveslendiğimiz bazı şeylerin bizi dibe çektiğini, çekim gücünü görmezden geldik önceleri.
Hayali bir gemide batmayı bile denedik.
Bembeyaz köpüklerine aldanıp denizin, bir inci bulma gayretine girdik, yüzmeyi bilmeden, cankurtaranlardan köşe bucak kaçıp.
Bilerek girdik koynuna gecenin, haberimiz vardı onca karanlıktan, onca karadan. Simsiyah gözleri vardı, göz gözü görmüyordu, gözün de göze yoktu ihtiyacı.
Bakışlarımızı bile sakınır olduk, nazar etmeyeli kendi iç dünyamıza.
Bize koşarak gelenlere koştuk, kaçırdık kendimizden.
Peşinden de koşmaya cesaretimiz varken, gücümüz yerindeyken, sır dolu bir duygusuzluğa kurban verip duygularımızı gitmedik kimsenin peşinden.
Elimiz uzandı ulaşamayacağımız yerine sırtımızın. Dost yarası yokladık el yordamıyla. ‘El’ yardımıyla bile olsa bulamadık yarayı, ne yürekte, ne sırtımızda.
Kimse kimseye kanmamıştı henüz, doymamıştı yani. Kandık ama biz. Kandırıldık yani.
Kendimizin söylediği yalana, kendi kurduğumuz cümlelerle kandık.
Kimsenin bizi kandırmaya gücü yetmezdi. Öyle kandırılmıştık.
Bir çay çizdik duvarlara, üstüne alındı dağlar.
M’S
14.06.2012 01.02