Site icon Mustafa Süs'ün kişisel blogu

IŞILDAYAN SÖZLER (Deneme 4-5)

Paylaş

IŞILDAYAN SÖZLER

Biz yoktuk, ne de olsa, olmayacaktık, hayatı çepeçevre saran bencilliğimizden ve varlığımızı gözümüze soktuğumuzdan mıdır nedir, yoktuk biz.

Öyle derinlemesine ve tepetaklak bir hayat bizi alıp, çekip çevirmeseydi, yokluğumuzun bile farkında olmayacaktık.

 

Karanlıklar bizi alıp da çekmeseydi içine, gözlerimizdeki ışıltıdan bihaber, yıldızlar düşmeseydi gözlerimize, karanlığın kararlılığından da bihaber yaşayıp gidecektik.

Sözlerimizi ışıldatan, rüzgârın sesi miydi yoksa içimize işleyen korkular, kaygılar mıydı henüz idrakine varamamıştık.

Kimisi gözlerini kapayınca gördüğüne, koşarak ilerlerken biz gözlerimizi açtığımız halde ilerleyemiyor, yerimizde saymanın yerinde olacağını düşünüyor, düşüncelerin denizinde bir ileri bir geri gidip geliyorduk, gitmek güzeldi, gelmenin nesi vardı ki?

Keskin ve acelesi olan dişlilerin arasında kıyılırken zaman, zamanın tortusuyla baş başa kalıp, yaşıyor gibi yapmak, yaşadığımızı itiraf etmek ve hissedilenle gerçekte var olan sıkıntıları karşılaştırmak istiyorduk.

Ola ki ölümü göze alırdık, gözden ırak bir yerlerde, gönülden de ırak ederdik iliklerimize kadar bizi ayakta tutan, bizi hayata tutunduran bencilliğimizi.

Yüzümüze çarptıklarında inanmadığımız bencilliğimizi söküp atmak istemedik içimizden.

Oysa yalnızlık, en alaycı gülümsemesiyle ve en alaycı dizeleriyle bir şiir gibi iğneleyip duruyordu bizi.

Kalbimizin kabullenemediği ama beynimizin ta diplerine kadar giren ve bize dayattıklarını düşündüğümüz, aslında kendimize reva gördüğümüz bir yaşamı alıp da peşimize, gölgemiz gibi sürüklüyorduk.

Dön deseler dönecek kadar acizdi hayatımız, bizim peşimizden koşarak gelirken.

Yüzümüz karanlıktı, başımız önümüzde! Oysa dik başlıydık, aydınlatmıştık yüzümüzü, başımızın dikliğine aldanıp başımızı dik tutamıyorduk.

Burnumuzun da iyi koku almadığını kabullenmenin bir manası yoktu, burnumuzun dikine giderken, yuvarlandığımız uçurum kimsenin gözlerinin içi değil, sözlerinin ışıltısı hiç değildi.

Biz kendimize bir yol çizdiğimizi düşünmüştük. Yola düştüğümüzde, kervanı yolda dizeceğimizi varsayarak çıkmıştık yola.

Nereye gideceğini bilmezsen, yola çıkmanın ne manası var diyordu birileri, bu yol götürür bizi gideceğimiz yere, farz et ki götürmesin, yeni yerler keşfeder, yeni bir dünyaya merhaba diyebilirdik yanılgısı, dünyanın sadece bir tane olduğunu anladıktan sonra beynimize dank etti.

Hayır, dank eden sadece bu değildi, dünya bir taneydi ve biz de bir taneydik, kendimizi bencilliğimizden arındırabilseydik belki de hangi yola çıktığımızın bir önemi olmayacaktı.

Yollar bizi illa ki bir yere götürecekti, bir kere ümitvardık, ümide sarıldık, sarsıldık sonra, kendimize geldiğimizde, bizim yükümüzü yüklediğimiz gemi, bize uzaktan el sallayanlarla doluydu, biz kendimizle limanda tek başına kalmıştık.

Sonra içimize oturdu tüm kaygılar, vehimler ve ukdeler. İçimizde hissediyorduk en ağır bir şekilde, taşıyamıyorduk, kalbimiz de başlamıştı sızı, inceden bile değil, en ağır haliyle.

Diz boyu karamsarlıklarımız vardı, dizlerimizde kalmayan mecalimize aldandık, belki koşsak ardından geminin, suyun üzerinde yürüyecek kadar sağlamdı yetilerimiz, göze alamamıştık, gözden düştüğümüzü varsaydık, gözlerden ırak bencilliğimizi yanımızdan hiç ayırmadığımızdandı peşinden koşamadık geminin.

Acılarımızı üstüpü niyetine kullanıp sözlerimizi parlatıyorduk, ışıldıyordu sözlerimiz, kimisinin gözlerini kamaştırıyor, kimisine ağır bir balyoz gibi iniyordu.

Söz düşmezdi dilimizden, söz düşmedi bizim gibilerine bakıp da bize acıyanlara. Merhamet duygusunu yükleyip omuzuna, merhametten nasibini almamış kalpler gördük, çarpıyordu hızlı ve aceleci bir şekilde, sanki daha çok çarpınca daha çabuk hâkim olacaktı ruhumuza, oysa çarpan kalpler, çarptıkça, çarpıştık ve geride pert olmuş ruhlar mezarlığı, yerinde yeller esen enkazlar birikmişti.

Kimse ışıldayan bir söze, bir şehri satmaya cesaret edemedi, bir bardak çaya bile!

Mevsim kıştı, üşüyen eller değil, son bir bakıştı!

M’S


Paylaş
Exit mobile version