İÇİMDE BAĞIRAN TAVŞAN (Öykü)
İÇİMDE BAĞIRAN TAVŞAN (Öykü)
Sigarayı haram bilen, namaz kılmayanı nerdeyse kafir diye nitelendiren, kısa kollu gömlekle namaz kılana ‘avam’ gözüyle bakılan, sigara içene ve namaz kılmayana kız verilmeyen bir köyde büyüdüm.
Öyle katı kuralları vardı ki köyün, köy dışına çıkanlar, zincirden boşalmış boğa gibi kendisini özgür hissediyor, köyün katı kurallarından kurtulduğu için de kendilerini mutlu addediyorlardı.
Öyle ki, köyden bir kurtulayım bir daha geri dönmem bu köye diyenler de vardı.
Günün birinde -yirmili yaşlardaydım galiba- arkadaşımla tavşan avına gitmeye karar verdik.
Hem de gece avı, bilen bilir, tavşanın gözüne far tuttuğun zaman, tavşan hiçbir yere kaçamaz, gidip elinle bile tutabilirsin.
Tabi biz öyle yapmadık.
Her şeyi dört dörtlük hazırladık, tüfeği aldık omuzumuza çıktık yola.
Bizim köyün hemen üstü ormanlık olmasına rağmen biraz yükseklerde çalı bile zor bulunur.
Çırılçıplak dağlarda tavşan arayacağız.
Sol elle su içilmesinden rahatsız olan köyümüzde tek bir kişi bize,
Yapmayın, far ile tavşan avına gidilmez, demedi.
İki İmam Hatip çıkışlı olarak ben ve arkadaşım da böyle bir avlanma şeklinin çok aşağılık bir durum olduğunu idrak edemedik.
Çünkü hocalarımız da bize böyle bir telkinde bulunmamıştı.
Çok sıradan bir durumdu bu.
Herkes gidiyordu avlanmaya, hem de far ile.
Biz de gittik.
Duyduğumuza göre bizden önce gidenler yirmi kadar tavşan vurmuş, çok kıskanmıştık onları.
Bizim neyimiz eksikti ki?
Babam yeni çifte almış, sağ gözünden sol gözüne inanmadığı çifteyi bir yolunu bulup almıştım.
Gurbette okuduğumuz için imtiyaz sahibi olmuştuk.
O gece dağlarda öyle badireler atlattık ki, arkadaşım çocukluktan traktör kullanmaya başladığı için tecrübeli idi, iyi kullanıyordu traktörü!
İşin tuhafı yoldan gitmiyorduk, yoldan giderken tavşan denk gelmiyordu.
Ben tüfek kullanma konusunda acemi idim, askere bile gitmemiştim henüz, hoş askere gittim de ne oldu?
Yirmi sekiz günde üç atış yaptım.
Hiç unutmam askerde atış yaparken hedefe dosya kağıdı asılı idi.
Üç atış yapacağız kağıda üçgen çizecektik kurşunla.
Atışı yaptım, komutan, git kağıdını al gel dedi.
Baktım kağıt tertemiz.
Sürekli mektup yazdığım için cebimde kalem eksik olmazdı, kalemi çıkarıp üç tane delik açtım kağıda, komutana getirip verdim gülerek.
Komutan kağıda baktı, süpersin, helal olsun, ilk denemede bu kadar başarı tebrik edilir, neyle açtın bu delikleri? diye sorunca kalemi gösterdim, Kayserili misin sen? diye sormuştu.
Silah kullanma tecrübem bu kadardı yani.
Ama traktörün üzerinde hem de ayakta öyle atışlar yaptım ki,
O gece beş ya da altı tavşan vurdum.
Hatta vurduğum tavşanın bir tanesi kaçacak diye arkasından koşup, elimle tutmak varken üstüne iki tane daha sıktım.
Tavşan kevgire dönmüştü. Elimle tutarsam tırnaklar ya da elimi ısırır diye korkmuştum.
Tırnaklanmaktan korkan ben tavşan gibi küçücük ve masum hayvana tüfek sıkmaktan çekinmiyordum…
Vurduğumuz tavşanları kesip heybeye atıyor dağlarda gecenin zifiri karanlığında avlanmaya devam ediyorduk.
O hırs ve ihtirasla arkadaşım gaza gelmiş olacak ki, kocaman taşların olduğu bir yerden aşmaya çalışıyor, ben tabi ayakta çakı gibi elimde tüfek etrafa bakıyorum.
O esnada traktör tökezledi ve ben elimdeki tüfek ile taşların üstüne dehşet bir şekilde düştüm,
tüfek tam bağrımda olduğu halde.
O an tüfek patlamış olsaydı bu satırları sizler okumuyor olacaktınız.
Tüfeğin ahşap bölümü darmadağın olmuş, benim elim yüzüm kan revan içinde…
Kalktık, toparlanıp evin yolunu tuttuk. Ev dediğim de yaylamızdaki çadır evleri.
Normalde hastaneye koşmak, tedavi olmak falan gerekir de, hastane de doktor da aklımızın ucundan bile geçmedi.
Eve giderken sanırım seksen dört kez ‘ben bunu hak ettim” demişimdir.
Gerçekten de hak etmiştim.
Bir musibet bin nasihatten evladır denir de bize bırak nasihat etmeyi bizi motive bile etmişlerdi.
Ertesi gün, gün ağarınca tavşanlar pay edildi, bizler takdir, teşekkür, başarı, onur belgeleri ile taltif edildik.
Tek bir kişi eleştirdi o da, bir tavşana niye üç kez sıktın, yazık etmişsin etine, dedi.
Ben tabi yiyemedim gönül rahatlığıyla o etlerden ve hâlâ nerede bir tavşan görsem, nerede tavşan avına veya herhangi bir hayvanın avına giden görsem bu olay gelir aklıma.
Ve o güne lanet olsun derim hep. Sadece o güne değil avlanmaya giden herkesin ağzına zibil küreği ile vurasım gelir.
Keçi etinin yasak olduğu Budistlerde, Budistin birine oğlak eti yedirmişler sonra da bunu itiraf etmişler de o Budist, ölene kadar o oğlak karnımda hep meledi, demiş.
Benim de ruhumda o tavşanlar hep çıkmayan sesleri ile bağırıyor!
Müslümanlık böyle bir şey değildi aslında değil mi?
Ve daha bitmedi…
Yemek yerken elinin birini yana yaslarsan yemek mekruh olur denilen köyde, ormandan ağaç kesmeyene enayi gözüyle bakılır, herkes bulduğu her fırsatta yemyeşil köyü çöle çevirmek için canhıraş bir şekilde gayret ederdi.
Tamam, köyün durumu içler acısı, fakirlik diz boyu idi, kimsenin doğru dürüst kömür alacak parası yoktu, kömür alsa, kömürü yakacak sobası bile yoktu ama ağaç kesme konusunda da İslâm neyi emrettiyse tam tersini yaparlardı, yapardık.
Küçücük fidanları gözümüzü kırpmadan keser eve odun biriktirir, kışın da o odunları cayır cayır yakardık.
En kötüsü de sadece ormancıdan korkardık.
Büyük çoğunluğu sözüm ona Müslüman olan bir ülkede şuan ormanlar katlediliyor, binlerce hayvan birçok avlanma meraklısı tipler yüzünden hunharca öldürülüyor, gıkımız çıkmıyor.
Sesi çıkanlara bakıyoruz, kendi fikrine yakın tipler orman katlederken sessiz, karşı fikirde olanlar katlederse avazı çıktığı kadar bağırıyor.
”Bir altın verseler taze bir fidanı o altına değişmem.” diyecek tek bir kişi gösterebilir misiniz bana?
Ama altın yüzünden dünyanın oksijen deposu ormanlar yok ediliyor, tavşanlar, geyikler, ceylanlar yok ediliyor…
Evde köpek besleyip de dağdaki hayvanı, ormanı düşünmeyen insanların ahkam kestiği bir ülkede yaşamak gerçekten ciddi bir imtihan olsa gerek…
Kesilen ormanlara karşı çıkmayacak mıyız, çıkacağız da, üstümüze serpilen ölü toprağı yüzünden kesildikten sonra karşı çıksak ne işe yarayacak?
M’S