HİKAYEMİZİN ÇOCUKLUĞU (Öykü)
HİKAYEMİZİN ÇOCUKLUĞU (Öykü)
Garın ütüsü bozulmamış derdi babam sabah kalkıp dışarıda kar görünce…
Tabi sevinç çığlıkları atardık içimizden biz de… Kar yağmış işte daha ne olsun?
Çıkacağız ‘zıyacağız’
Bizde zıymak denirdi karda kayma işine.
İlk fırsatta zıymaya giderdik.
Yokuş yollardan aşağı doğru.
Kimimiz leğen alırdı altına, kimimiz analarının ‘laylon’ ayakkabısını giyerdi.
Ne bir temkinli olma hali vardı ne de tedbir alırdık.
Sürekli düşerdik, düşene de gülerdik, gülerken biz de düşerdik.
Düşenin elinden tutardık, onu kaldırırken gene düşerdik gene gülerdik.
Ama hiçbir zaman düşene gülerken itibarımızı düşürmezdik. Gülerdik ama geçmezdik.
Alabildiğine saf, olabildiğince masum hallerle çıkardık sokağa.
Sokakta iken ev aklımıza bile gelmezdi.
Aklımız yoktu belki de.
Akılsız çocuklardık.
Hayvanların aklı var ama fikri yok derlerdi bizde.
Çocukları da hayvana benzetirler hatta ”çocuk aklı it aklı’ diyen de olurdu. Bu aşağılama anlamına gelmezdi.
Aklı var fikri yok demekti galiba.
Buz gibi havada donardık resmen.
Kar lapa lapa yağarken altında yürümek şimdikilerde romantik bir olay ama biz çocukken alırdık onun zevkini hem de en deli halimizle.
Akşam olunca, kapıdan girer girmez hemen sobaya yakın durur pantolonumuzdaki ıslaklığı saklamaya çalışırdık.
Tabi bu saklama işi uzun sürmez beş dakika geçmeden dayağımızı yer işimize bakardık.
Ne kadar erken yersek dayağı o denli erken rahata kavuşurduk.
Çünkü bekledikçe yiyeceğimiz dayağın acısı artardı git gide.
Sevmezdik beklemeyi.
Bu dayak bile olsa…
Dayak yiyeceğinden yüzde yüz emin olduğu halde sokaktan eve gelmeyen çocuklardık biz.
Dayak yemediğimiz güne hayret ederdik, o gün başımıza başka bir iş geleceğini düşünür içimizdeki kaygıyla yaşamaktan hoşnut olmazdık.
Bizimle birlikte sokağa çıktığı halde evde dayak yemeyen arkadaşlara hayret ederdik, onlar sadece azar işitirlermiş.
Gıpta ederdik onlara. Keşke biz de azar işitip işimize baksak derdik.
Okula giderken sabah kahvaltı sonrası çorap giyme merasimi yapardık.
Önce ilk çorabımızı giyer, üstüne ‘laylon’ geçirir onun da üstüne diğer çorabımızı giyerdik.
Okula varınca da üstteki çorabı ve laylonu çıkarırdık, sınıfta ıslak çorap kokmasın diye.
Akşam eve dönerken kimsenin görmediği yerde aynı merasimi uygular çift çorabı giyer giderdik. Birileri görse ayaklarımızın su aldığı ayakkabıyı da görecek diye utanırdık.
Ayakkabımız su aldığı için parmaklarımızın ucu donar morarırdı hatta.
Eve gelir gelmez anamızın elimizi ayağımızı buz gibi suyla yıkamamızı söylemesine biz hayret ederdik, soğuk suyla soğuktan üşüyen el yıkanır mı diye.
Oysa mantıken sıcak su olmalıydı.
Anladık ki sonradan karda donanı buz ile ovarlarmış.
Ve anladık ki gene,
Çocuklukta yaşadığın hayatla şimdiki acıları ovmakmış esas olan.
Çocukluğumuzun hikayesi, şimdiki hikayemizin çocukluğuymuş.
Sonra dilimize bir düşen bir türkü yankılanır dağlarda…
”Anamın babamın acı sözleri
Bal oldu gidelim de bizim ellere.”
M’S