HER SUYLA ÇAY YAPILMIYOR! (Öykü)
Hiç unutmam, senee?
98 idi galiba… Uzak bir köye öğretmen olarak atanmıştım…
Her sabah kırk dakika yolculuk yapardık köye gitmek için.
Tüm öğretmenler şehirde kalıyor, git gel yapıyorlardı her gün. Ben de akıntıya kapılıp şehirde kalıyordum.
Köyde kalınır mı? Köy çok kötü, köylüler çok kötüler, köylülerle düşüp kalkılmazdı! Köylülerdeki samimiyet, köylülerdeki saflık falan bize uyumazdı.
Şehir daha önemliydi!
Şehirde kalırsan riyakârlık, sonradan görmelik, fitne, fesat, dedikodu falan daha çekiciydi, daha albenisi vardı.
Köyde su yoktu, kuyular vardı köyün belirli yerlerinde, kuyudan çıkardıkları suyla hayatlarını idame ettiriyordu insanlar.
Oraya o köyü hangi amaçla kurduklarını sordum köylülere…
Amaaan hocam işte bizimkiler gelmişler zamanında kurmuşlar, diyorlardı. Hayvan yetiştirmek için desem, dağlarında ot bile yoktu.
Tek tük birkaç ağaç vardı.
Okulun etrafına ağaç diktik, yaz tatilinde dibindeki otları yakmışlar, ağaçlar da yanmıştı.
Saf dediğime bakmayın, saflık ve samimiyet vardı ama ağaç kaygısı da yoktu köylülerde.
Okulun etrafındaki ağaçları sulamak da gerekiyordu.
Okulun da suya ihtiyacı vardı.
Okulun önünde kuyu vardı, kuyu suyu kullanıyorduk.
Kuyudan çıkan su öğretmenlere, öğrencilere ve ağaçlara veriliyordu.
Kuyu suyu… Kaynak su değil. Yeraltı suyuydu işte.
Üzerinde ağaç olmayan toprağın yeraltındaki su ne kadar sağlıklı olur ki?
Okulda yapacağımız çayın suyunu aşağı köylerden birinden getiriyorduk her sabah.
Bizi okula götürüp getiren servisin şoförü suyu dolduruyor, sabah servisten inince elimizdeki bidonla öğrencileri yara yara okula giriyorduk.
Günlerden bir gün öğle arası köyün içindeki muhtar evi vardı oraya gitmiştim.
Köyün berberi vardı, eline makas, havlu ve tarak almış köyde fellik fellik beni arıyor.
Hayırdır? Dedim.
Hocam, kaymakam geliyormuş, müdür dedi ki Mustafa hocayı bul, bulduğun yerde tıraş et…
Attığım kahkahayı köyde duymayan kalmamıştır, diyeceğim de o kadar da değil.
Kalmıştır tabi, herkes benim atacağım kahkahayı mı takip ediyor?
Berbere, git işine kardeşim, kaymakam gibi koca bir ilçenin mülki amiri şöyle bir köyde çalışan öğretmenin saçının uzunluğuna mı bakacak? dedim.
Dediğime kendim de inanmadım tabi.
İnsanın kendisine inanmaması kötü bir şey, bilen bilir.
Kötü olmasına kötü de, kaç kişi var ki ağzından çıkana inanan?
Berberi atlattıktan sonra okula geldim, okulun önü kalabalık, kaymakam geldiyse demek…
Baktım, herkes kuyunun başında.
Okulun hizmetlisinin elinde ip, kuyuya sarkıtmaya çalışıyor…
Ne yapıyorsunuz, dedim.
Kuyunun epey derininde kuyudan su çıkarmaya yarayan bir dinamo var. O bozulmuş, onun çıkarılıp tamir edilmesi gerekiyormuş.
Hiç unutmam, o zamanlar takım elbise giyiyordum, ceketimi çıkarıp girdim kuyunun içine, epey derin olduğu için belime ip bağladılar, ayağım kaysa kuyunun dibindeyim!
Kuyuya girdim, bir ip daha sarkıttılar yukarıdan makinaya bağladım, çekip çıkardılar makinayı, ben de o kaygan taşlara hassas bir şekilde basa basa çıktım kuyudan. Çıkınca da beklendiği gibi üstüm başım tamamen çamur olmuş.
Üstüme başıma çekidüzen vermeye çalışırken yanımdan takım elbiseli kravatlı bıyığı yeni terlemiş genç biri geçiyor.
Dedim bu kaymakam galiba.
İlk defa gördüm çünkü. Yanında birkaç kişi daha var.
Elimi uzatmadım doğal olarak, eli çamurlu olan kaymakama o çamuru bulaştırır mı?
Hoş geldiniz, dedim.
Üstüme başıma, yüzüme tuhaf tuhaf baktı, hoş bulduk demeden girdi içeri.
Dedim, tipimi beğenmedi galiba.
O anki tip de beğenilecek bir tip değildi zaten, haklıydı kaymakam bey.
Kendisiyle yan yana dursak, o düğüne gider gibi giyinmiş, benim üstüm başım çamur.
Köylü sandı galiba. Okula yardımcı olmaya gelen genç, uzun saçlı bir ameleye koca kaymakam niye selam versin ki?
Kolay gelsin, de diyebilirdi de, tipimi görünce unuttu herhalde.
Unutmasa derdi, ne olacak ki bir kolay gelsin cümlesinden?
Hem sonradan öğrendim, kendisi Paris’te yaşayan soylu bir ailede yetişmiş, ömründe köy, köylü, amele görmemiş, konaktan hafif büyüklükte bir evde büyümüş. Birkaç dadısı varmış, İngiliz terbiyesi görmüş, koca bir kaymakam…!!!
Okul müdürü çok sevinmiş benim kuyuda olduğuma, öyle söylediler.
İşi bitince odaya gelmesin, kaymakam uzun saçlarını görmesin, başımıza iş almayalım, demiş. Öyle dememiş de o manada konuşmuş.
Okulda yeterince su olmadığı için üstümü başımı temizleyebildiğim kadarıyla temizledim, saçlarımı düzelttim, müdürün odasına girdim, uzaktan başımla selamladım boş bir sandalye bulup oturdum.
Bu arada müdür odası aynı zamanda öğretmenler odası olarak da kullanılıyordu.
Eskiden halktan alınan vergiler nereye gidiyordu bilmem de, çoğu köy okullarında öğretmenler odası falan olmazdı.
Sanırım halktan alınan vergilerle kaymakamlar eğitiliyor eğitici olarak da yabancı devletlerden eğitmen getiriliyor, çok paralar harcanıyordu.
Devleti yönetenler parayı iç edecek halleri yoktu ya…
Kaymakamlara verilen eğitimde de, sakın üstü başı düzgün olmayan insanlara selâm falan vermeyin, itibarınızı düşürmeyin, siz koca mülki amirsiniz, devleti temsil ediyorsunuz falan diyorlardı herhalde. O kadar para vermişler, ne diyeceklerdi başka?
Başımla selamı verip sandalyeye oturunca herkes dönüp bana baktı.
En gergini bizim müdür idi.
İçinden, keşke kuyuya düşseydi de şuan odaya girmeseydi, diye geçirdi mi bilmiyorum.
Yüzünde çok değişik bir ifade vardı. Kilisesini sel almış papaz gibi bakıyordu bana.
Kaymakama dönüp, okulumuzun öğretmeni, dedi hafif tebessüm eder gibi yaptı yüzünü ama yüzündeki asıl ifade, okulumuzun baş belası der gibiydi. Oysa kaymakamın gelmediği günlerde çok eğlenirdik hep birlikte…
Kaymakam bana döndü, “Siz neredeydiniz, ben buraya geleli epey bir zaman oldu.” dedi.
Ben de,
Kaymakam bey gelecek dediler, okulumuzu susuz görmesin diye kuyudaki aleti çıkarmaya çalışıyordum, dedim.
Kuyunun başındaki siz miydiniz, dedi.
Evet, size hoş geldiniz dedim duymadınız, dedim.
İçimden de, duydunuz ama tipimi beğenmediniz demeyi de ihmal etmedim.
Siz öğretmensiniz yani, dedi. Tekrar evet dedim.
Bu saçlar niye uzun peki dedi, bir bana bir müdüre bakarak…
Bizim müdüre baktım göz ucuyla, o an müdürün dudaklar kıpırdıyordu.
O an ya güççükguleuzuynan böyükguleuzu okuyor ya da müdür olduğu güne lanet okuyordu.
Tüm gözler bendeydi…
Niye bendeydi anlamak mümkün değil.
Hocam dedim, kaymakama…
Ömrümüzde kaymakam mı görüyoruz da Kaymakam Bey diyelim?
Hocam, deyince daha sert bakmaya başladı tabi.
Ağız alışkanlığı, dert etmeyin falan demedim tabi.
Benden bir cevap bekleniyordu orada…
“Hocam, biz çocuklara uzun saçla değil de davranış olarak örnek olmaya çalışıyoruz, yasaları koyanlar da insan neticede, yasalar da değişebilir, kimseye zararı olduğunu düşünmüyorum uzun saçın.” dedim.
Kaymakam, tamam öğretmenler dersine gidebilir dedi bizi gönderdi derse.
Kaymakam gittikten sonra bizim müdüre tek kelime sormadım olan biteni.
Sonradan duydum ki,
Şimdi bu adama sürgün versek bölgenin en kötü köyünde zaten, daha nereye sürebiliriz ki demişler…
Ben de,
Dünya zaten sürgün yeri istedikleri yere sürebilirler dedim…
Sonra ne mi oldu?
Gene çay suyunu aşağıdaki köylerden bidonla taşımaya devam ettik…
M’S
Not: Ülkemizde hala kılık kıyafet dayatması yapan yöneticileri duyunca aklıma geldi…