GÖZDEN DÜŞ(EMEY)EN (ÖYKÜ)
GÖZDEN DÜŞ(EMEY)EN (ÖYKÜ)
Oflaya puflaya düşer, dedi insanlar gözden arkadaşına. Sıkıldıkça düşerler. Mutlu olmayı bilmedikçe.
Verilenlerle yetinmek güzeldi, elindeki değerlere sahip çıkmak ve en önemlisi beklentisiz bir hayat yaşamak güzeldi.
Dedi ve geçti balkona.
Ağrıları vardı. Kimsenin bilmediği. Sezen’in sözünü ettiği ağrıları:
“Ne gelen anladı ne giden, olanı biteni.” Ağrıları.
Bir daha ağrıdı içinde ne kadar biriktirmişliği varsa. Sürekli ağrıyordu. Buluttan nem kapsa ağrıyordu yüreği. Sıkışıyor, kederleniyor ve hemen bir şarkıya eşlik etmek istiyordu. Şarkılar da ağrıyordu içinde.
Beklentisiz bir hayatı vardı. Herkese öğütlediği hayatı kendisi yaşıyordu.
Yaşanmışlıklar bırakmıyordu peşini.
Oflayan, sürekli şikâyet eden arkadaşına kızıyordu. İçerliyordu aynı zamanda. Gökyüzüne baktı, sakindi yıldızlar ve dünya kendi halinde, salına salına dönüyordu.
Kimsesizdi. Kimsesi olsun istemiyordu.
Elinde merhem, birileri koşup gelecek de yaralarını iyileştirecek diye ödü kopuyordu.
Kendi haline bırakmıştı içindeki ağrıları. Zamandan nefret ediyor, zamanı basmak istemiyordu yaralarına.
Ucuz ürünler satan seyyar satıcı gibi, bağıra çağıra geçip gitsin istiyordu zaman, yönünü dönüp bakmadan.
Yıldızlara bakarak bir sigara yaktı, elindeki sigarasını unutarak.
Dalgındı sürekli.
Gözden düşenlere dalıp gidiyordu. Salıp gidiyordu kendisini. Pahalı kıyafetler alıyor giymiyordu.
Kalabalığın içine giriyordu belli etmemek için kendini. Kalabalık parlıyordu, kaynıyordu etrafı, insan yığınının içine düşmüş gibi, insan içine düşmekten korkuyordu.
Bir insanın içine düşmek ne demek? Yoruyordu her şey.
Ağladığı zamanlar, ağlandığı zamanlar olsun istemiyordu.
Kimliğini kaybetmek, kişiliğine sahip çıkmak istiyordu. Kişiliği mühimdi. Kişiliksiz gibi görünüyor lakin ona dört elle sarılıyordu.
Gülüşlerinle örtüyorsun ağrılarını demesinler diye somurtuyordu.
Suya yazılar yazıp, sudan bahanelerle kaçıyordu insanlardan.
Büyük bir gürültüyle içeri daldı.
İçeride çıt çıkmıyordu. Arkadaşı sessizce gitti sandı önce.
Işıklar yanıyor, içi yanıyordu.
Bütün odalara göz attı. Arkadaşı yoktu. Masada bir not buldu, heyecanla notu okumaya çalıştı ama ne mümkün…
Doktor reçetesi gibiydi yazılanlar.
Derin bir nefes alıp, ağlamaktan şişen gözleriyle notu yeniden okumaya çalıştı.
Notta: Düştüm mü gözünden? Yazıyordu.
Elleriyle gözlerini yokladı. Gözden düşmek ne demek? diye sordu kendine.
Notu buruşturup çöpe attı. Her yeri tekrar kolaçan etti. Banyodan gelen sese kulak verdi, aklına bin türlü düşünce geldi ve daldı banyoya.
Küvetin rengi hala beyazdı, sevindi.
Arkadaşı hiçbir şey olmamış gibi, türküler söyleyerek banyo yapıyordu. Buzlu ve buğulu camdan bir süre baktı.
Bağırdı sonra.
– Hanımefendinin keyfi yerinde, biz de çay yapıyor sanıyoruz mutfakta, diyerek, içinde ne kadar korku varsa hepsini yutkundu, belli etmedi, etmek istemedi.
Bir süre daha seyre daldı, çok güzel bir vücudu var dedi içinden. Güzeldi gerçekten. Saçları vücudunun kıvrımlarını örtüyor, kıskanıyordu gördüklerini.
Mutfağa yönelmeden önce, boy aynasından kendine baktı. Gözlerinin altı şişmiş, yüzü kavgadan çıkmış gibiydi.
Saçları kısacıktı. Keşke kestirmeseydim, dedi. Kadınların saçlarını hangi sebepten ötürü kestirdiklerini hiç kestiremez ama saçını da her fırsatta kestirirdi. Uzamasını bile beklemeden.
Sürekli makyaj yapardı. Güzel görünme hastalığına yakalandı zannetsinler diye.
Giymediği kıyafetlere içi gider gene de giymezdi. Verdiği paralara acıdığı görülmemişti. Dağınık giyinir, dağıtırdı kendini.
Derli toplu olanlara, şık giyinenlere hiç kızmaz, onları yargılamaz, onlara laf söyleyenlere kızardı.
Herkes kendi hayatını, kendi istediği gibi yaşasın, kimsenin kimseye laf söylemeye hakkı yok derdi.
Ayna da yoruluyor mu bana bakarken? Dedi ve güldü. Gülerken arkadaşı banyodan çıkmış buna bakıyordu.
Aynanın içine düşeceksin kız, dedi, şımarık bir eda ile. Ne kadar bakarsan bak aynaya benim gibi güzel olamayacaksın da dedi ardından. Niye öyle dedi, kendisi de bilmiyordu.
Hem güzel olamayacak hem de gözünden düşüremeyeceksin beni diye söylenerek giyinmeye başladı.
Güzelliğinin canı cehenneme diyerek çay yapmak için mutfağa yöneldi. Eliyle bir yandan da vücudunu yokluyordu, sahi neden ben güzel değilim onun kadar? Sorusu eşiğinde.
Oflayıp puflayanlar gözden düşer de güzeller gözde kalırlar mı acaba? Sorusuyla ocağa koydu çayı.
Dağınık haldeydi mutfak ve bu durum çok hoşuna giderdi.
Mutfağı toparlarken kendini topluyordu. Bulaşıkları makineye koymaz kirlerimden arınırım düşüncesiyle, kendisi yıkardı. Yıkarken şarkılarla kavga eder, her şarkıya bir hikâye uydurur, uydurduklarına herkesin inanmasını ister lakin kimseye o hikâyeleri anlatmazdı.
Rahatlardı da!
Selma’ya bağırdı, giyindinse süslenmeyi bırak da çaya bak! Diye. İçeriden ses gelmedi. Ellerinde bulaşık köpüğü yatak odasına daldı, Selma, aynanın karşısına geçmiş, sanki birazdan düğüne gidecekmiş gibi makyaj yapıyordu.
– Kızım gece yarısı derdin ne senin? Kalk çaya bak, işim var görmüyor musun? Deyince Selma;
Sen benim çayımı beğenmezsin, üstelik çayı da yalnız içecek gibisin, çünkü ben sevgilimle buluşmaya gidiyorum, dedi.
Selma’nın bir sevgilisi olduğunu bilmiyordu. Sessizce işine geri döndü. Gözyaşlarını tutamadı. Gözümden hiç düşmeyeceksin, hiçbir zaman düşmeyeceksin, dedi.
Kıskanıyor gibi yaptı. Selma kıskanılmaktan hoşlanırdı.
Çayın altını kapattı. Yatak odasına gidip, Selma’nın çok sevdiği ama kendisinin giymeye fırsat bulamadığı elbisesini Selma’ya uzattı.
Al giy bunu, dedi. Selma’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Selma’nın hiç pahalı ve şık kıyafetleri olmazdı.
Güzelim ama kıyafetim yok, iki iyilik ne zaman bir arada oldu ki? Demişti bir keresinde.
Kalkıp boynuna sarıldı, bu iyiliğini hiç unutmayacağım, dedi.
Unutursun sen, neleri unutmadın ki diye geçirdi içinden Sevim. Oflayıp puflamak harici her şeyi unutursun da dedi ama gene içinden.
Biraz da harçlık verdi. Ne verirse alıyordu Selma! Almam dese başına gelecekleri bildiğinden.
Telefonu çaldı Selma’nın. Sevim’e bir öpücük kondurup fırladı dışarı. Sevim yüzündeki ruj izine dokundu aynanın karşısına geçerek. Temizlemek istemedi, yapış yapış olduğu halde.
Kapı kapandı yüzüne, dünya yüzüne kapandı, dünyasına çekildi. Dünyası içinden çekildi, kimsesizdi, kimsesi olsun istemiyordu.
Gözden düşenler nereye düşer ki? Diye sordu. Çöpe attığı notu aldı, kâğıdı düzeltti, kitabının arasına koydu.
Nota bir tarih ekledi.
Kanepeye uzanıp kitabın içinde depar attı. Kelimelerin yerini, cümlelerin yerini değiştiriyor, sıradan cümleleri devrik hale getiriyor, şiir okur gibi kitap okuyordu.
Ağır ve sıkıcı bir kitaptı. Akıp giden kitap yazanlara oldum olası sinir olurdu. Kitap dediğin, yormalı insanı, beynini yormalı derdi.
En çok da okurken uyumayı severdi. Uyuyakalmıştı gene.
Birkaç saat sonra uyandı, kan ter içinde. Çok kötü bir rüya görmüştü. Elini yüzünü yıkadı, gözleri hala şiş ve gözaltları mosmordu.
Selma ne yapıyordu acaba?
Telefon açıp açmama konusunda karasız kaldı. Merak da etmiyor değildi. Kıskandığını da mutlaka belli etmesi gerekiyordu. Kendisi gece yarısı evden çıkarsa, sevgilisi ile genelde bir tepeye giderler şehri seyrederlerdi.
Arabasının anahtarını alıp çıktı hemen, hiçbir şey düşünmemiş gibi yaparak.
Birçok kişinin olduğu, sevgililerin buluştuğu mekâna doğru hızla yol aldı. Arabasını bir kenara park edip etrafa bakındı. Önce seçemedi sarmaş dolaştı herkes. Kıyafetinden tanıdı Selma’yı, bir ağacın ardına geçip sessizce izledi.
Selma başını sevgilisinin omuzuna yaslamış, sevgilisi de halinden memnun, şehri seyre dalmışlardı.
Bu kadar zamandır burada ne bulurlar ki diye söylendi.
Oysa kendisi eski sevgilisiyle birçok gece güneşin doğuşunu izlemeden eve dönmezlerdi aynı tepeden.
Biraz daha bekleyip gidecekti ki, Selma ayağa kalktı sanki Sevim’in oraya geldiğini hissederek, Sevim saklandı ağacın arkasına.
Ardından Selma’nın sevgilisi kalktı.
Sevim gözlerini Selma’nın sevgilisine dikti. Karanlıkta hayal görüyorum diye gülümsedi. İç çekti sonra da. Ne kadar da benziyordu eski sevgilisine.
Selma da sevgilisi de gözden kaybolunca, Sevim arabasına atlayıp yeniden eve döndü.
Selma’nın değil, eski anılarının peşinden gittiğini itiraf etmedi kendisine.
Eve varınca uyuyamadı Selma gelene dek.
Sabahın ilk ışıklarıyla kapı çalındı.
Daha uyumadın mı tatlım sen dedi Sevim’e yanağını sıkıştırarak.
Geç içeri geveze dedi Sevim.
İçeri geçip ikisi de kanepelere uzandılar.
Anlat bakalım dedi Sevim. Kim bu adam?
Selma sustu. Daldı. Uykum var sonra konuşalım mı? Dedi.
Meraktan değil, Selma’nın suskunluğundan ve sorudan kaçışışından işkillenerek ve sen bilirsin diyerek daldı uykuya Sevim.
Oflayıp puflayarak gözden düşeydi keşke, gözümden gene de düşmeyecek, diyerek…
31.08.2014
M’S