EŞEK GİBİ OKUYORDU (Öykü)
Çok kitap okuyordu…
Öyle çok kitap okuyordu ki,
Odasına kapanıyor saatlerce çıkmıyordu odasından.
Biri bitmeden diğerine başlıyordu, dudak tiryakisinin ardı ardına yaktığı sigara gibi…
Başını kaldırıp bakmadan etrafa.
Yıldızları, güneşi, ayı, gökyüzünü keşfe çıkıyor, kitaplardan evreni biliyordu.
Daha çok şeyler de biliyordu.
Bin yıl önce yaşamış insanların serüvenini, hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi, zalimleri, adaletsiz yöneticileri, iyi insanları, kötü insanları, etken olanları, edilgen olanları, lider ruhlu olanları, pasif, çelimsiz tipleri…
Öğrendikçe hayata bakış açısı değişiyor, bilmenin verdiği gururla kimseyi beğenmiyor, yaşadıkça ömrümün artmasını istiyordu.
Yüzüne bakan piri fani zannederdi, nur gibi yüzü, yumuşacık elleri vardı, yaşı hayli ilerlemiş değildi.
Varı yoğu kitaptı.
Güneşle ilgili bilmediği bir şey yoktu.
Ayla ilgili de öyle, yıldızlarla ilgili hâkeza…
Ne var ki bu çok okuyan kahraman doğru düzgün güneş görmemiş, ayın gökte salına salına yürüyüşüne şahit olmamıştı.
Yıldızlar, çimenlere sırtını verip de yüzünü göğe çevirenlere sunuyordu benzersiz göz kırpma ihtişamını, buna değil…
İnsanlar kışın yağan karın altında üşürken ya da gökten düşen kar tanelerini yutmaya çalışırken bizim kahraman kar hakkında yazılan kitapların içinde depar atıyordu.
Günlerden bir gün evde çıkan aile içi hengameden kaçmak için kitabını aldı koltuğunun altına, doğaya doğru yürüyüşe çıktı.
Bir ağaç gölgesine oturup başladı okumaya.
İnsanların hayvanlardan farkını anlatan ilginç ve sıkıcı bir kitaptı okuduğu.
Birden çirkin bir sesle irkildi, sayfaların arasından kaldırıp başını…
Çayırda otlayan bir eşeğin sesiydi o çirkin ses…
Kitabı bırakıp bir köşeye eşeği izlemeye koyuldu.
Yıllardır okuduğu kitaplarda yazmasına rağmen, gözlem yapmak hiç aklına gelmemişti. Doğayı, insanları, dünyayı, sonsuz uzay boşluğunu, evdeki hengameyi falan…
Belli ki eşek sahipsiz, kimsesizdi.
Sırtına semer vuran olmamıştı. Olsaydı tüylerinden belli olurdu. Semer vurulan yerlerin rengi değişir çünkü.
Bizim kahramanın bundan haberi yoktu tabi. Yazar köyde yaşadığı için bilir bu ayrıntıları.
Ama eşeğin sahipsiz olduğunun bilincindeydi kahraman…
(Nasıl kahraman olduysa artık. Böyle kahramanlar olsa olsa hikaye kahramanı olur.) Gerçek hayatta bu tür insanlara kahraman denmez.
Eşek çayırda sürekli yiyor, bazen su içmeye gidiyor, bazen bir ağaç bulup sırtını kaşıtıyor ağaca, bazen toprakta ağnıyordu ağaca sürtemediği yerleri toprağa sürterek kaşınmak için.
Dünyaya insanların ufak tefek yükünü taşımak için gönderilen eşek, insanlardan uzak yaşıyor, yiyip, içip yatıyor, arada da çayırlarda koşturuyor keyif yapıyordu.
İnsanın hayvandan farkını yazan kitap düştü bizim kahramanın elinden…
Kalktı eşeğe doğru yaklaştı, eşek kaçmaya başladı.
Kitap okumadığı halde yabancı bir insanın ona zarar verebileceğini biliyordu yaratılışında yüklenen bir programla eşek…
Adam onu yakalamaya çalıştıkça o burnunun dikine dikine gidiyordu.
Bazen de çifte atıyordu kahramana…
Okuduğu kitaplarda bunlar yazmıyordu. Eşek çok sevimli bir hayvandır, dünyada en güzel gözler eşekte olur, en kötü ses de eşeğin sesi gibi yüzeysel bilgilerden haberdardı yalnızca.
Tekrar oturdu ağacın dibine. Kitabı aldı eline okuyacak gibi oldu vazgeçti.
Başladı düşünmeye…
İlk düşüncesi ”benim eşekten farkım ne?” oldu.
Yiyorum, içiyorum, çalışıyorum, okuyorum, uyuyorum.
Sürekli aynı döngü…
Dünyaya bunun için mi geldim? diye sordu ardından kendine…
Bugüne dek hangi yaraya merhem oldum?
Kaç kişinin doğruya ulaşması için uğraştım?
Bunca bilgiyi mezara götürsem, çok para biriktirip biriktirdiği parayı harcamadan ölen zenginden ne farkım kalır?
Evdeki insanlara ne tür bir katkım oldu?
Biriktirdiğim bilgiyle hangi tartışmaya taraf oldum? Hangi haklının yanında saf tuttum?
Hangi karanlığı aydınlatmak için ışık saçtım?
Güneş tenimi niye yakmadı?
Niye iliklerime kadar hissetmekten mahrum kaldım zemheriyi?
İnsanları iyi olmaya niye davet etmedim?
İhtiyacı olanlara niye yardımcı olmadım?
İnsanlardaki kötü hasletleri yok etmek için niye çaba sarf etmedim?
İş saatleri dışında hayatı kitaplardan değil de direkt doğadan başlayıp niye keşfe çıkmadım?
Çocuklarım niye kendi başına büyüdü?
Daha yığınlarca soruyla aldı kitabını eline düştü evin yoluna.
Eve giderken eşekten farkının farkına vardı. Bunları düşünebiliyorsam eşekten farklıyım, farklı ve ondan üstünüm, dedi.
Yolda giderken üstü başı perişan bir adam gördü. Adama göz ucuyla baktı, adam bundan çekinerek elindeki kirazı uzattı, yer misin? demeden, al da ye dedi.
Okuduğu kitaplarda insanlara ikram etmenin iyi bir özellik olduğunu biliyordu ama kimseye herhangi bir şey ikram etmemişti.
Kirazların tadına varınca ikram etmenin ne denli güzel bir değer olduğunu hissetti, oysa önceden sadece biliyordu.
Biraz daha ilerleyince tavukları gördü, tavuklar sıcaktan bunalıp uyukluyordu. Başlarında da horoz…
Onlara doğru yaklaşınca horozun ötmesiyle durdu. Tavuklar bu uyarıyı dikkate alıp uyandılar ve horozun etrafında toplandılar.
Kitapta yoktu bunlar. Horoz uyuyanları uyandırırdı oysa.
Horozdan ne farkım var? diyerek yürüdü.
Yürürken mahallenin delisi ile aklı başında bir adam sohbet ediyordu. Onlara kulak kesildi.
Deli, aklı başında olana ”ölüm var, ahiret var” diyordu sürekli.
Sahi ya dedi, ahiret var!
Niye var?
Eve gidene dek bunu düşündü. Deliden farkını da düşündü.
Kitaplardan öğrendiklerini düşündü. Kitaplardan daha etkili olan öğrenme yöntemlerini düşündü.
Eşekten, kiraz ikram eden adamdan, horozdan, deliden öğrendiklerini düşündü.
Birkaç saat içinde yıllardır kitaplardan öğrendiği şeylerden daha etkileyici bilgiler öğrendiğini düşündü.
Ahiret niye var sorusunu tekrar etmeye başladı yürürken.
Ahiretin olduğuna inanmayan insanları düşündü…
Ahiret yoksa bu dünyada yaşanan milyonlarca kötülük bedelsiz mi kalacak? dedi.
Delinin, aklı başındaki adama niye sürekli ahiret var dediğini merak etmeye başladı.
Tekrar döndü, deliyi köşe başında buldu. Yanına yaklaşıp, ahiret var, dedi deliye…
Deli bunun kulağına yaklaşıp az önceki adamın evini işaret etti…
Ev epey ihtişamlı görünüyordu. Saray gibiydi.
Etrafı dikenli tellerle, kameralarla çevrili idi…
O ev kaç fakirin alın teriyle o hale geldi bilir misin? dedi deli… Şükür ki ahiret var, dedi ardından…
Bizim kahraman eve döndü. Evdeki hengame bitmiş, sular durulmuştu.
Esas hengame bizim kahramanın kafasında başladı…
Okumayı bıraktı o günden sonra…
Yaşamayı da bıraktı…
Mustafa Süs