ELVEDA
Hoşçakal’ın çaresizliğinden dem vuruyordu elveda…
Gidip de dönmemek var’ı ne bilsin, nereden bilsin diyerek hayıflanıyordu ardı arkası kesilmeyen iç çekişleriyle.
Sanırdınız ki ölüm uykusuna yatmış, ötenazi umuduyla yatağını tırnaklarıyla kemiren bir hasta…
İçindeki tüm şehirleri ateşe verircesine yanıyordu ayakları. Hoşçakal’saydı keşke!
Kimi yağmurların yaktığı, daha da alevlendirdiği bir yangına karşı seyre dalıyordu.
Ellerin vedaya hazır olmadığını bilen herkes gibiydi. Elveda etmemek de yerinde bir davranış olmayıversindi ama yapamadı.
İmrendi hoşçakallara.
Geri dönüşler de ne kadar imkansız, ne kadar sulugözlüydü.
Sağından kitap verildiğini rüyasında gören bir münafık gibi kıvranıyordu her uyandığında yatağında!
Uyumakla uyanmamak arasında bir hoşçakal mesafesi kadar gidip geliyordu.
Türlü türlü şeytanlar biriktirmişti içine. Şehirler yanarken onları da ateşe veririm düşüncesiyle yanıp kavruluyordu şehirlerle birlikte.
Kent meydanı sessizliğine bürünürdü gece. Geçer giderdi yanan şehrin içinden…
Bir elveda’nın elleri bu kadar mı nasırlı olur? Oluyordu, olmuştu.
Kimsenin yalnızlığından ve hoşluğundan medet ummuyordu da! Hoşçakalcıların nasıl yaşadığını merak ederdi şehrin yangınından arta kalan aydınlığında.
Birer birer el sallıyordu her sokağa attığı kırıntılarına. Elleri de yanmıştı üstelik.
Nasırlaşmış olmasından daha çok acı vermiyordu kendi yangınında yanan elleri.
Kıyısına oturdu şimdilik sağlıklı ve mütebessim maskesi takıp yüzüne, yüzüne bakmaya utandığı hoşçakalların.
Kendine yediremediği ne varsa hepsini teker teker yaktı.
Şehirlerin yerinde yeller esmeliydi, yangından arta kalan küller uçuşmalıydı havada.
Hava da buz gibi soğuktu ha!
Tıkandı kaldı nefesiyle birlikte sokağın çıkmaz yanında.
Ölümlerden en çok kendini beğenenini sevdi.
M’S
00.54
2 Mayıs ’15