DUVARIN SİMSİYAH RENGİ (Öykü)
DUVARIN SİMSİYAH RENGİ (Öykü)
Kapısı çalacak diye ödü kopuyordu, eski zamanlardan kalan bir korkuymuş gibi, her çalındığında kapısı, kapıyı icat edeni hayırla yadediyordu.
İnsanları seviyordu, belki gereğinden fazla…
İnsanları daha çok sevmek, onlarla daha az hemhal olmak istiyordu. Kapısı sürgülüydü o yüzden.
Duvarlarını yeni boyatmıştı, boyatmamıştı aslında, duvarlarına renk uydurmuştu kafasından. En çok siyahı seviyordu. İnsanlar gelip de siyahı görmesinler istiyordu. Belki görmüyordu insanlar. Belki görmelerini istiyordu, kendiliğinden, o demeden.
Siyah da bir renkti, nesi vardı ki korkulacak, oysa bazen çok yakışıyordu yüzü siyahın, beyaz insanların içine…
Yüzünden ve sözlerinden duruluk, saflık, samimiyet akan insanların özüne çok yakışıyordu siyah. Simsiyahtı içleri. Onların içleri simsiyah olduğundan mıdır bilinmez, duvarlarına renk uydurmuştu kafasından.
Kafası ağır geldiği zaman vücuduna uyuyordu, rüyalarından duvarlarının rengi akıyordu, rüyalarında yağan yağmurdan.
Birkaç denemeden sonra kapıyı açmayı başarıyordu, tüm cesaretini toplayıp, açacaktı kapıyı, başka şansı olsaydı üzülürdü.
Kapıyı, kapıyı çalanlar gittikten sonra açmayı hiç istemezdi.
Madem çaldınız, buyurun! Demekten alıkoyamıyordu kendini.
Buyurun ve dökün içinizdeki tüm samimiyeti, kiriniz ve siyahlığınız kalsın içinizde, onları kim görmek ister ki?
Onlar coştukça coşuyor, saflıklarını, samimiyetlerini döktükçe döküyorlardı, belli ki bi ’şey kalmayacaktı, israf edilmiş duyguların harman yeriydi duvarlarının arası.
Kendisi de alabildiğine hoyrat ve cesurca korkaklığından dem vuruyordu, içinin dışının karalığından, siyahlığından yani.
Duvarlarına uydurduğu renklerden bahsediyordu en çok, kimse görmüyor, görmek işlerine gelmiyordu.
Satıraralarından duydukları birkaç açık renkli cümleleri gözlerinde büyüttükçe büyütüyorlar, kendilerinin de öyle olduğunu düşündürtmek istercesine inanıyorlardı onun duvarlarının renginin açık, içinin renginin de öyle olduğuna.
Ortalıkta kimsenin bilmediği bir şeyler dönüyordu, dünya dönüyordu, günler ve geçen zaman dönmüyordu. Ağızdan çıkan sözler, edilmesi gerekip de edilemeyen laflar, dönmüyordu.
Kimse oyun oynamıyor, kimse rol yapmıyordu. Rol yapmayı becermek yetenek işiydi, bir de cesaret gerekiyordu, birazdan daha fazla.
Ki herkes zekiydi veya herkes birbirinden daha zekiydi, kendisinden daha zeki olan insanların yanında rol yapmak, o insanlara oyun oynamak güçtü, bu güçlüğü bilenler olduğu gibi davranıyor bilmeyenler de öğreniyordu.
Kim kendinden daha fazla zeki olduğu insanın karşısında rol yapmak ister ki?
Kapı durmadan çalıyordu. Durmuyordu kulağındaki zil sesleri. Şeytanın vesvesi miydi yaşananlar yoksa yaşanması gereken bir hayal kırıklığı mı bilmiyordu, kimsenin takati yoktu aslında. Ne kapıyı çalanın, ne de açmak için can atanın.
Kapı çalınmasa ne de güzel sevecekti insanları uzaktan uzağa. Ne kadar çok bağlanacaktı dağda tek başına kuşlara mesken olan bir ağaca?
Duvarlına uydurduğu rengi görmeyecekti kimse yüzünde. Kimsenin içinden dökülen ve israf edildiğini düşündüğü güzellikleri de görmeyecekti, geride bıraktıklarını ve farkında olmadıkları simsiyah tortuları da.
Sokuldu bir umudun dikenli bağrına sonra, kapıyı icat edene aklı veren Allah’a şükrederek.
Dimdik yürüyordu duvarda akseden yüzüne ayak izlerini bırakarak.
Ayakları hep yüzüne denk gelirdi duvarda çıktığı gezintilerde.
Duvarına uydurduğu simsiyah rengi yüzüne çalmayı ihmal etmeden.
M’S