DOSTÇA KAÇIŞ (Öykü)
”Hiç kendinden söz etmiyorsun, kapalı kutu gibisin.
Hiç mi derdin yok Allah aşkına?
Gülüp eğleniyor, her şeyi makaraya alıyorsun, vardır senin de içine attığın şeyler…
Yoksa bana değer mi vermiyorsun, değer versen anlatırsın, beni paylaşmaya değer bulmuyorsun anlaşıldı.
Oysa ben iyi bir dert ortağı olurum. İyi bir sırdaş olurum.
Sıkılmam da senden. Anlattıklarından…
Ki, kolay kolay herkese de demem bunu, insanlar yorar çünkü.
Anlatırken yorar, daldan dala atlarlar, gereksiz detaya girerler falan.
Konuş lütfen, anlamak istiyorum seni. Dinlemek istiyorum.
Kimbilir, belki de derdine derman olurum.
Hem acılar paylaştıkça azalır derler. Sevinçler de çoğalır.
Neden dalıp dalıp gidiyorsun ki?
Sonra da hiçbir şeyin yokmuş gibi davranıyorsun, yüzünde tebessümler, gülüyor gibisin ama saklıyorsun bir şeyler biliyorum, hissediyorum…
Sürekli migren, sürekli başağrısı, sürekli mide bulantısı…
Bunlar seni ele veriyor sen gülüyor gibi yapsan da…”
Oturdu yanı başına bir dost.
Dostça savurdu dilinden düşen kelamı, dostunun üzerine.
Dostu dinledi onu.
Dilini biliyordu, dilinden düşenleri de biliyordu, üstüne boca edilen onca serzenişe baktı.
Ağır bir yükü vardı havanın. Üstüne kara bulutlar çökmüş gibiydi.
Hava da yağacak galiba dedi daha ağzından çıkmadan cümle müthiş bir yağmur başladı.
Sırtında kalın kıyafeti olmayan fakiri ağlatan, sıcaktan bunalmış zengini serinleten, mahsulü kurumaya yüz tutmuş rençberin yüzünü güldüren bir yağmur…
Ağzından cümle dökülmeden yağmur dökülünce kendinde keramet aramayan adam yağmura doğru doğruldu! Başını havaya kaldırıp göğsünü de yağmura verip, saçından, sakalından yere ağan yağmuru hissetti iliklerine kadar.
Az önce makineli tüfek gibi konuşan dostu ortadan kaybolmuş hemen bir sığınak bulmuş kendine, yağmurdan korunmuş, yeterince üşümemiş yağmuru da hissetmemişti.
Yağan yağmur durmak bilmiyordu.
Her damlası başka bir hikayeydi sanki.
Çocukluk acıları da yağıyordu gökten, çocukluk anıları da yağıyordu.
Kimi zaman gürlüyordu gençlik zamanları, yekiniyordu ağacın köküne fırtına, ağacı sökmeye gücü mü yeterdi yağmur damlasının?
İlhamsızlıktan yakındı, yakına düşen bir başka damla.
Bir yerlerden sökün etti geldi sükunet!
Ortalıkta yoktu gene yağıp gürleyen dost…
Dostça geldi, dostça kaçtı üstüne boca edilen yağmurdan.
Adam, yağmura doğrulan adam, tırnaklarıyla çıkardı yüzünden bir deri, kan revan içinde kaldı yağmur.
Dereler doldu taştı, hava kararmaya başlamıştı. Şimşek çakınca göründü adamın yüzü! İncelmişti yüzü. Ruhu zaten ince.
Gittikçe kaçıyordu dostu. Dostça bir kaçış.
İnceden inceye kızıyordu kendine.
Ne vardı ki bunca hengameye. Alt tarafı dertleşmek istemişti.
Değer bulacaktı güya, kendisini dost yerine koyacaktı adam…
Bunca yağmur niye yağdı ki…
Bunca acı nasıl hemen döküldü gökten yere.
Yüzündeki çizgiler niye derindi adamın? Konuşmadan nasıl anlatıyordu kendisini bu kadar keskin ve tesirli?
Neden kovalıyordu ki dostunu?
Yağmur yaraları da yağdı uluorta. Dostu cebindeki merhemi avucunun içinde sımsıkı tutuyor, avucu terliyor, bir gören olur diye ödü kopuyordu.
Bir ara düşündü, merhemi çıkarsam, yağmura sürsem, bana bir faydası olur mu? İyi derler mi bana? Yarası iyi olanın övgüsüne mazhar olur muyum?
Vazgeçti düşünmekten.
Düşünceler yerini kaçışa bıraktı. Dostça kaçış.
Ya bana lâzım olursa ileride? dedi.
Yağmur susmuş, yüzleşme başlamış, makyajı dökmüş, çekilmiş odasına keyifle çayını içmeye başlamıştı.
Adam uyur gibi uykuya dalmış, dost, dostça kaçışına yeni bir boyut eklemiş, yağmura derdini anlatmaya başlamıştı. Oysa dinleyecek, dert ortağı olacaktı.
Yağmurun karnı tok, sırtı pekti.
M’S