DİKEN ÜSTÜNDE YÜRÜMEK (Öykü)
DİKEN ÜSTÜNDE YÜRÜMEK (Öykü)
Dudağının kenarında beliren sahte tebessümü elinin tersiyle silip, içten ama samimi olmayan bir cümleyle dokundu kıyısına yalnızlığın…
Uçurumun kıyısındaydı…
Sen beni mi itersin ben seni mi iteyim?
O andan sonra, bıçak açmadı ağızları, uçurumlar çiçek açmadı.
Kıvrıla kıvrıla gitti peşinden, omuzlarında kendine yarenlik eden türküleri diline dolayan kaygılarıyla.
Sağ salim yol aldı. Freni patlamış kamyon gibi öyküler biriktirdi kaygan ve dik yollarda. Duvara toslayarak gülümsüyordu, acıdan arta kalan zamanlarda.
Gök gürültüsü dökülüyordu duyarsız ayaklarıyla yürürken gözlerinin önüne.
Yağmur, şimşekleri çekiyordu üstüne gene.
Güneşin gölgeleri yaktığı, gölgeleri terlettiği bir zamanda, türkülerin saçları ağarmış, beli bükülmüştü sazların…
Yağmuru savuşturur savuşturmaz sıvıştı ortalıktan.
İlk tren nereye giderse oraya gidecek değildi.
İstasyonları bilmezdi.
Kimi kimsesi yok olsaydı daha bir fiyakalı olacaktı.
Geç kalmadan atladı trene. Gördüğü ilk koltuğa oturdu. Tekliydi koltuk. Bana da bu yakışır dedi. Cebinden yarım kalmış, yarım kaldığı ortasında bir yerlerde kenarı bükülmüş sayfadan anlaşılan ince bir kitap çıkardı.
Kaldığı yerden değil de her seferinde yaptığı gibi birkaç paragraf öncesinden başladı okumaya.
Kaldığı yere gelene dek bir saat sürdü. Trende olduğunu ve kitap okuduğunu unutmuş gibiydi.
Sarı saçlı, siyah gözlü, alnı geniş, omuzları dar, alt dudağında tebessüm artığı kalmış, dişlerinin arasından diş gıcırtısı gelen, yumrukları sıkılmaktan yorulmuş bir kız çocuğuyla yalınayak dikenlerin üzerinde yürümece oynarken bulmuştu kendini.
Kendini orada bulmasına sevindi. Kendini kaybettiğini düşünüyordu. Kız çocuğu dikenlerin üzerinde daha dik yürüyor, gözlerinin içinden daha çok ateş fışkırıyordu.
Ayaklarına dokundu kız çocuğunun, parmakları yoktu ayağında, evde unutmuş olamazdı. Hem bu kız çocuğunun bir evi neden vardı ki? Var mıydı ya da?
Kendi evine gitti. Odasında kız çocuğunun parmaklarını buldu, alıp getirdi bi koşu. Kız çocuğu gitmişti o gelene dek.
Yaşamaktan sıkılmış insanın halleri olamazdı bu durum. Onlar sürekli sağa sola küfür savurur, isyan ederlerdi olur olmaz her şeye, her şeyden şikâyet ederlerdi onlar.
Kitabına geri dönmeyi başarmak için trende gezintiye başladı. Trenin gittiği istikametten ters istikamete.
İncecik bir kitaptı oysa. Başını kaldırsa içinden, bitirecekti kitabı. İçindeki kıymıkları temizlemeye yetecek elleri de vardı. Ne çok şanslıydı.
Kız çocuğunun parmaklarına taktı kafayı şimdi.
Kitabı açtı yürürken, yalpalıyordu tren. Gece de başlamıştı. Sağa sola çarpıyor, tutamaçlardan tutmaya üşeniyor gibi yapıp kitaba sarılıyordu iki eliyle.
Göz gözü görmüyordu. Trenin ışıkları dükkânı kapatmış, yolcuların yüzündeki tebessüme bakılırsa, yolcuları rüyalara uğurlamıştı kaptan.
Her yolcunun yüzünde tebessüm yoktu tabi. Kimisi donuk, bir ölüyü andıran ifade takınmıştı yüzüne. İşlediği günahlarla sevaplar eşit gelmiş de, melekler Allah’ın vereceği kararı beklermiş gibi, iz yoktu uyuyan ölü ifadesi takınmış bazılarının yüzünde.
Yüzünden okunuyordu yolcuların hali. Oysa karanlıktı. Kimsenin kimseyi görmesinin imkânı yoktu.
Elindeki kitabı okuyor bir yandan, bir yandan yolcuların yüzündeki ifadeden esinlenip kız çocuğun ayağındaki parmakların noksanlıklarının sebebini merak ediyordu. Hem kendi evinde ne arıyordu kızın ayak parmakları?
Diken üstünde yürümek iyi gelmişti.
Göğsüne vuran rüzgârın geldiği yeri el yordamıyla bulup yaklaştı oraya. Trenin penceresinden nefes alacaktı, etrafta belli ki ormanlar vardı, oksijeni hissetti, içine çekerken.
Bir sayfa daha okusa, kızın parmakları hakkında kafasında kurduğu düşüncelerden sıyrılacak, kız çocuğunu unutacaktı.
O bir sayfayı yırtıp attı trenin içeriye oksijen dolduran penceresinden.
Kâğıdın uçuştuğu yönde kız çocuğunun yüzü belirdi, kız çocuğu kâğıda doğru koşmaya başladı.
M’S
00.39
01.03.’15