ÇAYIN SON YUDUMU (Öykü)
Çayının son yudumunu çekecekti ki garson kaşla göz arasında bardağın dibini görmeden boşları toplamış, ikinci çayı getirmek için yola koyulmuştu!
Oldu olası hoşlanmazdı bardağın dibinde çay bırakanlardan.
Son yudum bu! İçilmez miydi?
Son nefes gibi. Son nefesi vermeden ölen yoktu ki!
Babasından öğrenmişti, bardağın dibini içmezse çay israf olurdu.
Onu bulamayanlar da vardı. Tabi eskiden. Şimdilerde yok dedi, şükür! Çay bulamayan yok ama bardağın dibini içen de yok!
İnsanların çoğu bardağın dibini içmeyince, garson da garibim nerden bilsin toplamış boşları!
Bardağın dibini içmeyen boşları toplamış olsaydı keşke, dedi.
Sırf onlar yüzünden bardak uçtu gitti elinin altından.
Toplumu dönüştüren de bu tür densizler değil miydi?
Tüm anormal şeyler normal hale gelmişti israf nedir bilmeyenlerin yaptığı gibi.
Kimi de tabakta yemek bırakmayı marifet bilmeye başlamış, aç da kalksa sofradan illâ kural gereği tabakta yemek bırakacaktı.
Sokağa çöp atmanın, dağları, su kenarlarını pislik içinde bırakmanın normal sayıldığı bir ülkede yaşıyordu.
Kırmızı ışıkta geçmek yalnızca bizde gövde gösterisi ve alkış hak eden bir davranış şekliydi.
Bardağın dibinde kaldı aklı.
Üstüne kaç bardak daha içerse içsin o son yudumu çekmeliydi içine!
Yanındakilere baktı, kimsenin hiçbir şeyden haberi yok! Onlar gayet mutlu.
Hatta çay varken kahve isteyen bile var.
Güya kahve zenginlik göstergesi!
Sorsan yağmuru sever ama şemsiyesiz dışarı çıkmamak için hava durumu takip eden, cinsten tiplerden biriydi kahve isteyen.
Köy hayatını, soğan ekmeği, yer minderini sevdiğini söyleyip de dağa pikniğe giderken katlamalı sandalye götüren tipler gibi.
Yapmacık ne varsa olağan hale gelmişti bizde.
Yüzüne güldüğü, canım dostum dediği insanın ardından hakaret etmek artık toplumda ayıplanmaz olmuştu.
En çok da bundan muzdarip olanlar yapardı bunu.
Gökyüzündeki yıldızlara methiyeler döşeyen, herhangi bir çoban ile isli çaydanlıkta çay içmenin ne denli huzurlu olduğunu söyleyen şairlerin erkenden uyuduğu, ömründe bir çobanla hasbihal etmediği gerçeğini kimse inkâr etmez ama bu kadar iki yüzlülüğe de normal bakabilir.
Kalktı masadan, masaya hakkını vererek hem de.
İçmekten büyük haz aldığı ama bırakmak için de her fırsatta dua ettiği hatta etrafındaki insanlara bile dua etmeleri için telkinlerde bulunduğu sigarasını ve uzaklardan gelen çakmağını kara poşetine koyarak düştü yola.
O birden kalkınca, oradakiler;
Nereye gidiyorsun demediler! Deseler de cevap vermezdi.
Zaten nereye giderdi ki?
Soğuk bir akarsu başına, başına buyruk. Onun evi dağlardı, bunu bilmeyen yoktu.
Arabasına biner binmez çalmaya başlayan radyoyu kapattı.
Düşünmek istiyordu belli ki, müzik onu düşünmekten alıkoyardı genelde.
Öyle bir mısraya takılıp da peşinden hayaller kuracak yaşı geçmişti.
Müziğin tınısı, müziğin ruhu dinlendiren yanı falan hepsi hikayeydi!
Hikayeleri de toplayıp koyuldu yola.
Arabadan indi, hemen paçaları sıvayıp girdi suya.
Öyle huzur buluyordu ki kimsenin olmadığı yerlerde suda yürürken.
Neden sonra başını kaldırıp baktı, su kenarında bir kadın.
Kadın ne arar burada, hem de bu saatte? dedi ama saat henüz karanlığı kucaklamamıştı!
Kadını görmezden gelip yürümeye başladı, su dizlerine kadar geliyor pantolonunu ıslatıyordu.
Sanki dünyaya hasta olmak için gelmişti. Sıcak da olsa mevsim üşüyordu fırsat buldukça.
Epey gitmiş olacak ki arkadan kadının,
Sana eşlik edebilir miyim? sesini duydu.
‘Siz’ değil ‘sen’
Şaşırmadı.
Tanımadığı bir kadına, tabi ki neden olmasın, diyecek kadar rahattı ve dedi de.
Kadın üzülmüş olacak ki, belli etmeden yürüdü peşinden. Güya kabul etmemeli, gözünde büyümeliydi adam!
Oysa üzülecek bir durum yoktu.
Adam hesapsız teklifi kabul etti.
Kadın hesapçı ki, teklifi kabul edildiği halde üzüldü.
Adam kadının üzgün haline aldırmadı. Beyninde hesap makinesi gezdiren kimseye aldırmaz hatta onların üzülmesine içten içe sevinç duyardı.
Zaten hesapsız kimse olmadığı için de insanların kendi kendilerini üzüp, üzgün görünme reklamlarına aldırış etmez dağlara kaçardı.
Ağırdan almaya, ağır görünmeye, ağır ve ciddi kişiler istemeye, onları hak ettiğini düşünmeye vakti olanlara vakti yoktu hiç.
Herkeste kağıttan bir gemi, güya denizi ateşe verecek. Sonra da yangını çay içerek seyre dalan herkesi suçlayacak.
Hesap kitap işlerini sevmezdi hiç.
Herkese olduğundan fazla değer verir, verdiği değere ulaşmak istemeyen tipleri de çıkarırdı hayatından.
O yüzden hayatında kimse kalmaz, herkes de varmış gibi toplanır etrafına, anlattığı masalı dinlerdi.
Masal dinlemeyi de sevmediği için bulunduğu ortamlarda alabildiğine çay içer dağlara çıkardı sürekli.
Su gittikçe soğuyor, gittikçe kendine geliyordu.
En çok da kendine geldiğinde çekilmez oluyordu.
Ağaçlar arasında kayboldu.
Ağaçlar yaprak dökene kadar sevimli idi herkese.
Yaprak dökümü gelene kadar da tahammül ederim ben diye düşünürdü adam.
En çok Güz’ü sevdiğinden ağaçların yapraklı haline de tahammül etmesi insanlık göreviydi.
Şimdi tam makamına gelmişti. Sudan çıkmış zulada sakladığı semaveri çıkarmış, suya girmiş balık gibi can bulmuştu. Ateşi yaktı, suyun son bulduğu yerde, içeceği tüm bardakları son damlasına kadar tepeye dikecekti!
Hiçbir garson boşları tam bardak bitmeden alamayacak, kimse yanında başkasının dedikodusunu yapamayacak, kimse hesabı başkası ödesin diye salağa yatamayacaktı.
Ha kadın da vardı değil mi öyküde?
Kadın yoktu aslında, hikayenin içeriğini değil de sonunu merak edenler için bir tuzaktı kadın.
Kadının hesapçı olmasından muzdarip olan yazarın böyle bir tuzak hazırlaması da onun hesapçı olduğunu gösteren sevimsiz bir ikiyüzlülüktü!
Olsundu!
Çayın son yudumuydu önemli olan, hikayenin de içeriği.
M’S