BEŞ YAŞINDAKİ SORULAR (ÖYKÜ)
5 yaşındaydım. Beşerdim. Şaşıp şaşmayacağım konusunda henüz bir fikrin sahibi değildim. Fikrim yoktu.
Beynimde soruların en kesif olduğu dönemlerdi. Fikir sahibi olmanın evlat sahibi olmakla bir ilgisi var mıydı? bilmiyorum.
Bir evladım olsaydı, kucağıma basar, saçlarını okşar, onunla büyürdüm. Hatta o benden birkaç yaş büyük olsa da önemli değildi. Gene severdim onu. Küçük olmasını temenni ederdim. Ona abilik yapmak, ona babalık etmekten daha iyiydi.
Beş yaşındaydım.
Fikir edinmek daha çok ilgimi çekerdi. O yüzden sorularla çatlatırdım beynimi. Yalnız kaldığım zamanlar sorardım en çok soruları ve yalnız kalmadığım zamanlar yok denecek kadar azdı.
Sorularımı evlat edinmiştim. Kimisi üvey, kimisi yaramaz, kimisi haytaydı. Üvey sorularım daha çok ilgimi çekiyor, onlara daha çok sahip çıkıyor ama üvey olduklarından sahip çıkmıyor gibi davranıyordum. Hatta sempatimi saklıyor, yerden yere vuruyordum bazen onları.
Hayta sorularıma daha çok sahip çıkıyordum ama yalnız kalınca. İnsanların içine girince en çok hayta sorularımı azarlıyor, üvey sorularıma sahip çıkıyordum.
Dostların yanında alışveriş yapmanın bir tür dışavurumuydu üvey sorularımla oynaşmak; yaramaz, hayta sorularımdan kaçınmak. Maskelerimle kabul ettiriyordum kendimi herkese.
Bir çocuğun dünyaya nasıl geldiği hiç ilgimi çekmiyor lakin soru sormadan da edemiyordum.
Yalan söylemenin zararları hakkında hiçbir fikrim olmamasına rağmen yararları üzerine epey kafa yormuşluğum vardı.
Yalan söyledikçe azalıyordu yüzümdeki yara izleri. Ve hiç zararını görmemiştim.
Suyu yokuş yukarı akıtmanın imkânsızlığı beni üzüyordu.
Dağın eteklerindeki ağaçların suya doyması, dağın zirvesinde ağaç olmaması üzüyordu beni.
Su, dağın eteğinde daha çoktu.
Suyu dağın zirvesine çıkartmak, diğer kardeşlerimle eşgüdümlü sevilmekle aynıydı.
Sorularımın bolluğu ve hayta sorularıma yoğunluğum sevilmemi erteliyordu git gide. Hep yarın daha çok sevileceğim endişesi taşıyordum.
Yarın daha çok sevilmek benim için, içinden çıkılmaz bir endişeydi.
Beş yılda beş yaş büyümek zor geldi. Bir beş yıl daha geçmesi gerekirdi ki, ben sorulardan arınıp fikir sahibi olayım.
Birçok kardeşim vardı. Hepsi benden büyük, hepsi benden küçük.
En büyükleri bendim. Soru sormadığım zamanlar.
En küçükleri de bendim soru sormadığım zamanlar.
Yalnız büyüdüm ben. Birçok kardeşin içinde yalnız büyüdüm. Sorularımla büyüdüm. Sorunlarımla büyüdüm. Beş yıl nasıl geçti bilemedim.
Beşinci yılda çakılı kaldım. Beş yaşından yukarı kim çekerse çeksin çıkamıyordum. Beni çekenler sorularımı geride bırakmak istiyorlardı. Sorunlarımı da!
Bir keresinde geçip aynanın karşısına, bizi Allah yarattı eyvallah da, Allah’ı kim yarattı acaba? Diye sormuştum.
Sormaz olaydım, beynime atılan tokadı hiç unutmuyor, kim tarafından atıldığını da bilmiyordum.
Yere düşen ekmek parçasına bakıp, bu ekmek bana yazılmış olsaydı yere düşmezdi, diyerek eğilip ekmeği alırken kafamı duvara vurup, kafamın kanamasından sonra, akacak kan damarda durmazmış, sözünü hatırlayıp rahatladığımı ve yaramı güle oynaya sardığımı biliyorum. Lakin o ekmek parçasının akıbeti hakkında hiçbir fikrim yok.
Beş yaşında fikir mi olur insanda?
Soru soracak kimsemin olmayışına üzülmüyordum. Birkaç denemeden sonra yediğim azarların etkisi vardı bunda.
Bir keresinde beş yaşına varmadığına inandığım komşumun çocuğu babasına soru sordu diye yiyeceği tokada üzülürken, babasının sorulan soruya içtenlikle cevap vermesinden sonra olan oldu zaten.
Tüm soruların cevabını kendim bulmalıydım. Kimsenin beni azarlamasına, beni küçük düşürmesine, fikir sahibi olmamı engellemesine sebep olmamak için soru soramadım kimseye. Onlara da yazıktı. Benim yüzümden kötü insan olacaklar ve hep kötü anılacaklardı. Benim fikirsiz olmamdan daha önemliydi bu.
Sorularımın cevabı olsa ne, olmasa neydi?
Yaklaşık on yıl kadar beş yaşında oyalandım. Sorular heybemde saklıydı. Kimsenin görmesine tahammülüm olmaz diye saklıyordum. Oysa kimsenin haberi bile yoktu sorularımdan, sorunlarımdan.
Gelip karıştıracak kim vardı heybemi?
Sorularıma cevap bulduğum zamanlardaki tebessümüm belli olmasın, kimse durumu anlamasın diye, üşengeç olduğum halde verilen işi yapmaya giderdim.
Allah’ın tek olduğunu, O’nun doğurmadığını, doğurulmadığını; yılgınlıktan, yorgunluktan sırt üstü yatıp gökyüzüne bakarken fark ettim.
Azıcık işten bu kadar çok yorulan ben bir anadan dünyaya gelmişsem, Allah o kadar çok şeyi yarattığı halde üşenmemiş, yorulmamışsa, O hiçbir anadan doğmuş olamaz, dedim.
Evet, beş yaşı geride bırakmıştım, artık bir fikrim vardı. Şimdi daha çok soru sorup kendime daha çok gülecektim cevabını her bulduğumda.
İyi işler yapanların dayak yediğini, kötü işler yapanların dayak yemediğini bir türlü algılayamamak şimdilerde de devam ediyor.
Bu konuda hala fikir sahibi değilim.
Beş yaşında da yalan söyleyen kurtuluyordu dayaktan, on yaşında da, şimdi de!
Doğru ol yalan söylemen gerekmesin diyenlerin doğruluğu eğreti durmasa, kimse yalan söylemeyecekti aslında!
Beş yaşındaydım bunları düşünürken. Üvey sorularım, öz sorunlarım haline gelmişti. Şimdi dört elle sarıldığım.
M’S
Eylül 2014