AKIL ALIR GİBİ DEĞİL (Öykü)


AKIL ALIR GİBİ DEĞİL (Öykü)
”Davul bile dengi dengine vurur.” etme evladım sana kız mı yok dedi annesi oğluna.
Davul vursun anne dengi dengine, bana ne dedi oğlan.
Üzülüyorum, çok üzülüyorum, bak baban, kardeşlerin, tüm eş dost herkes üzülüyor senin bu haline, yapma oğlum, bizi rezil etme cümle âleme, diye tekrar etti annesi.
Oğlan,
Benim için her biriniz değerlisiniz, her birinizin emri başım üstüne, beni büyütüp yetiştirdiniz üzerimde hakkınız var elbet ama bu işe karışmayın lütfen, kurban olayım karışmayın, dedi.
Annesi hüngür hüngür ağlama başladı.
Oğlan son sözü söylemiş çıkmıştı evden.
Giderken telefonunu eve, masanın üzerine herkesin göreceği bir yere bıraktı ki, sürekli arayıp rahatsız eden olmasın diye.
Arabasına atlayıp dağın yolunu tuttu.
İşler sarpa sarınca hep böyle yapardı. Her zaman gittiği bir yer vardı kimseler bilmezdi orayı. Saatlerce kalırdı orada. Dünyayla ilişiğini tamamen koparır ya müzik dinler ya etrafı seyreder ya da Nasreddin Hoca’nın hindisi gibi düşünürdü.
Yalnız bu sefer işler sarpa sarmamış ama işleri çığırından çıkaran birileri vardı. Sırtını ağaca yaslamadan çayını yaptı, dilinde neşeli neşeli türküler eşliğinde.
Sırtını ağaca verdi, eline bardağını aldı her yudumda ayrı bir haz alıyordu çaydan, hayattan da haz aldığını düşünüyordu.
Kafasına inen davul tokmağının etkisinden kurtulamamış olacak ki ilk aklına gelen şey; davulun dengine vurma garabeti idi. Epey hayıflandı bu söze.
Sözün doğruluk payı vardı elbette. Davulun dengi dengine vurması acayip bir şey değildi, herkesin kabul ettiği bir gerçeklikti. Normal insanların normal olmayan insanları yola getirmek için söylediği sözlerden biriydi bu da.
Kaideleri bozalım bakalım biz de, ne olacaksa olsun, su akar yatağını bulur, niyet hayır, akıbet de hayır olur inşallah diyerek çekti çayından bir yudum daha. Semaverde odun da bitmişti. Biraz odun kırdı, kendini kırdı, ellerini kırdı, ellerini büyüteni kırdı, dünyayı kırdı attı közün üstüne, eğilip üflemeye başladı semaverin içindeki küllenmeye yüz tutmuş közü.
Köz harlandı, yüzünde bir sevinç belirdi. Çocukken duyduğu bir söz geldi aklına;
“Sobayı yakmayı bilen eşine de söz geçirirmiş.” Güldü, bu söze. Ağaca yaslanıp çayın biraz daha ısınmasını bekledi ama içi kıpır kıpırdı.
Eşine söz geçirmek ha… dedi, güldü.
Tabi ya, ben erkeğim, benim dediğim olmalı evde, dedi. Sonra da hele bir evlen de gör bakalım kimin dediği olacak? Diye çaktırmadan bir soru sordu kendine.
Davul dengi dengine vuruyor da, bizimkiler denk değil mi? onlar niye mutlu değil, dayım da mutlu değil, baksana eşiyle gayet denkler birbirine normalde. Annemin babamdan kalır yanı yok, babamın da annemden kalır yanı yok, onlar denk ama neden mutlu değiller?
Soruların ardı arkası kesilmiyordu.
Acaba davulun içindeki havada bir sorun mu var? Tokmağa kim vurursa ses farklı çıkıyor, bu denklik işi benim aklıma pek yatmadı, dedi.
Sordu sonra, ne olabilir bu denklik?
Kadın çok fakir ya da çok zengin olmayacak, erkek de öyle. Kadının mesleği ve itibarı erkeğinkinden daha yüksek olmayacak, manevi yönden de erkek daha güçlü olacak, ilim yönünden de, itibar yönünden de daha güçlü olacak erkek. Ama en önemlisi ahlaklı olmasıydı.
Bu muydu mesele? Bu gayet güzeldi. Günümüz modernleri bunu kabul etmese de bu böyleydi. Herkes inancına göre yaşasın, benim inandığım din bunu emrediyor, gerisi “laf” dedi.
Tamam, bunlarda sorun yok da, etrafındaki insanların haline baktı görünürde hepsi birbirine denk, aralarında ciddi bir fark yok…
Eee?
Niye bu davul vurmamış dengi dengine? Niye mutlu değil bu insanlar?
Eksik olan bir şey var ama ne?
İşte asıl tılsım burada. O sorunun cevabını bulmak mesele. Sonrası çorap söküğü gibi gelir peşi sıra.
İyi de o sorunun cevabı ha deyince bulunmuyor ki… Asırlardır insanların çözüm bulmakta zorlandığı asıl mesele bu işte. Filozoflara kafayı yediren, şairlere ciltler dolusu şiir yazdıran meselenin özü ne?
Öze ulaşmak o kadar kolay olsaydı onca uğraşa gerek olmazdı herhalde.
Zor olsun, zor olsun ki bozulsun istisnalar, kaideyi de bozsun hem…
Zaten kaideyi bozmayana istisna denmez ki…
Bir bardak daha doldurduğu esnada bir çıtırtı ile irkildi.
Selamün aleyküm diyen bir ses sordu peşinden, çay var mı?
Oğlan kafasını çevirip baktı, var tabi olmaz mı? dedi.
Normalde kimsenin gelmediği buraya ilk defa birileri gelmişti, şaşırdı, şaşkınlığını gizleyemedi, belli etmiş olacak ki, gelen misafir sordu, şaşırdın mı evlat?
Evet, şaşırdım dedi oğlan.
Beni beklemiyor muydun, diye sorunca adam, hayır beklemiyordum, o da nereden çıktı diyerek şaşkınlığı birkaç kat daha arttı oğlanın.
Evlat, doldur hele dedi adam, ağaca ve oğlana sırtını dönerek.
Buralara pek kimse gelmez hatta ben de gelmem buralara, karşı dağdan geçerken duman gördüm, dumanla haber saldığını hissettim. Normalde dumanla haber verene karşılık olsun diye ateş yakılır ama ben haberi alınca koştum geldim, belli ki içinden çıkamadığın bir sorun var, gençsin, yakışıklısın, iyi de bir araban olduğuna göre varlıklısın da… Kız meselesi olduğunu düşünmüyorum ama bir mesele var, dökül bakalım şimdi, dedi yekten adam.
Evet mesele kız meselesi değildi, bir duruş, bir felsefe, bir anlayış meselesiydi.
Oğlan hala şaşkın, olanı biteni hazmetmeye çalışıyordu, şaşkınlığı bitse konuya girecek de…
İkisi de farklı bir tepeye bakıyorlar, sırt sırta dönük vaziyette.
Oğlan kalkıp çayı yeniliyor, adam oğlanı sessizce izliyor, oğlanın her hareketini adeta ezberliyor, oğlan da izlendiğinin farkında bile değil.
Emmi, davul dengi dengine vurmalı mı sence? Nedir bu durum, eskiler hep böyle diyor ya, siz de yaşlısınız, eski sayılırsınız, deyiverdi oğlan, konuşsam mı diye düşünürken…
“Davulsa vursun dengi dengine bize ne.” dedi adam, uzamış sarı beyaz siyah renkteki karışmış sakalını sıvazlayarak.
Yarım saat sessiz kaldılar. Çay da bitmek tükenmek bilmiyor sürekli içiliyordu.
Oğlanın sessiz kalması adamı öyle mutlu etti ki.
Feraset önemli, feraset önemli, feraset önemli diye tekrar edip durdu, oğlanın duyacağı şekilde.
Adama dönüp usta sen nerede yaşıyorsun, diye sordu. Buralarda yaşıyorum, dedi.
Yani, seni arasam nasıl bulabilirim, diye sordum dedi.
Adam, arayan bulur, aradın geldik, diyerek kalkıp veda bile etmeden masallardaki aksakallı dede gibi çekip gitti.
Bir ay sonra oğlan köy köy gezip her gördüğüne adamı tarif edip adamın izini sürdü. Etraftaki hiçbir köyde bulamadı adamı. Öyle ya o tür adamlar köyde yaşardı…
Ertesi sabah evden sessizce çıktı, adamı bulmalıydı. Çok önemliydi, bir sürü iş vardı yapılacak. Gene başladı aramaya. Gitti inzivaya çekildiği yerde duman duman ateşler yaktı, görür de gelir mi diye ama nafile…
Hani çağırınca gelecektin be adam, bundan daha göstere göstere nasıl çağırabilirim ki? diye feryat figan ediyordu.
Evdeki durumlar çığırından çıkmıştı. Annesi de babası da kardeşleri de bunun yüzüne bakmıyorlardı.
İçten içe keyif alıyordu bu durumdan.
Kimseyle paylaşamıyordu aldığı keyfi ama olsundu.
Akşam eve gelmiş, evde tüm davullar çalıyor ama hiçbir davul dengi dengine çalmıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, kimse de kimseyi duymuyordu.
Oğlanı gören herkes sustu bir an. Ölü toprağı serpilmiş gibiydi ortam.
En son duyduğu cümle “akıl alır gibi değildi” cümlesiydi.
Akıl alır gibi değil miydi? Nasıl yani, bendeki akıl değil mi? dedi içten içe gülerek.
Herkese neşeli bir selam verdi.
Annesi gözüne yalvarır gibi bakıyordu, ne olur oğlum, vazgeçtim de, der gibi.
Babası servetini bağışlayacak gibi bakıyordu oğlunun gözüne.
Kardeşleri sevimli olmaya çalışıyordu.
Neşeli selamın vardı bir anlamı.
Çekildi hemen odasına. Akıl alır gibiydi. Akıl da alsındı, davulun kendi sorunuydu, vurmasa da olurdu dengine.
Sabah takım elbisesini giydi, kravatını taktı, berbere gitti. Tıraş olurken berbere çok özen, çok önemli bu tıraş dedi. Berberle sohbet ederken aklı hep o adamdaydı, neredeydi ki o adam neden bulamamıştı onu. Hani arayınca bulunuyordu, çağırınca geliyordu. Ümidini kesmiş bir şekilde işyerine doğru elleri cebinde ıslık çalarak yürüyordu.
Yürürken bir de ne görsün…
Evet, o adam…
En iyi haberi almış gibi sevindi, gözleri doldu. Adama yaklaştı, usta neredesin, aylardır seni arıyorum, hani arayınca bulurdum? diye sordu adama.
Adam istifini hiç bozmadan, buldun ya! Dedi.
İyi de aylardır arıyordum falan diye bir sürü laf edecekti vazgeçti. Lafı uzatmaması adamı gene çok mutlu etti, feraset başka şey, deyiverdi yarı sesli.
Adamın eşyalarını topladı aceleyle. Gidiyoruz, dedi.
Adamla ayaküstü birkaç dakika münakaşa ettiler, birinin olmalı dediğine diğeri hayır diyordu.
Genç, ısrarla hayır bu kıyafetle katılacaksın, berbere de mağazaya da götürmem seni diyordu.
Adam da, kendisinden asla beklenmeyecek bir tavırla hayır önce berbere sonra mağazaya gideceğiz diyordu.
Olması gerektiği gibi adamın dediği oldu, önce berbere gidildi sonra mağazaya gidildi. Adamın şimdiki görüntüsü ile eski görüntüsünü yan yana koyun yaşamak ve ölmek kadardı aradaki fark.
Eskiden yaşıyormuş da bu haliyle ölmüş gibiydi. Yaşamak istediğin gibi davranmaksa, ölmek, mecbur olduğun gibi davranmak, teslim olmaktır.
Adam berbere de kıyafet aldığı mağazaya da gencin onca ısrarına rağmen ücretini kendisi ödedi.
Tüm işlemler tamamlanmıştı salonda.
Salonda olması gereken kim varsa hepsi vardı. Tıklım tıklım boştu yani salon.
Sahnedeki masaya doğru yürüyüp oturdu adam. Karşısında biri, yanında da başka biri vardı. Kimseyi tanımıyordu ama oraya geliş sebepleri aynıydı.
Biraz sonra oğlan göründü, önünde tekerlekli sandalyede dünyalar güzeli bir kız, engelli ve ayakları yoktu kızın.
O an müthiş bir müzik sesi, iki kişi uyumlu ve güzel bir müzikle davul çalarak yeri göğü inletiyordu. Dehşet bir ortam… Işıklar yanıp sönüyor. Masadakiler ayağa kalkıp alkışlıyordu, sahne görülmeye değerdi.
İmzalar atıldı, evli evine köylü köyüne gitti.
Ertesi gün tüm gazeteler bu müthiş nikâh merasimini yazıyordu. Gazetelerde yapılan yorumlarda hiç kimse bu olayı kabullenmek istemiyordu. Herkes “ama” ile başlayan cümleler kuruyor hazmedemiyorlardı bir türlü, yörenin sayılı zenginlerinden birinin oğlu “engelli” bir kızla evlenmişti.
Yok artıktı. Akıl alır gibi değildi. Davul da dengi dengine vururdu canım.
Bunların hiçbiri olmadı.
Akıl aldı, davul kafasına göre takılıyordu.
Birkaç hafta bu olay konuşuldu sonra en önemli haberlerin unutulması gibi bu olay da unutulmaya yüz tutmuştu.
Genç gittiği tatil köyünden yörenin tüm gazetelerine bir dosya ve akabinde büyük meblağda para gönderdi.
Dosyanın içeriği;
Zarfın birinde; Salaş, mecnun gibi yaşayan adamın neden takım elbise giymek ve tıraş olmak istediğiyle ilgili bir mektup vardı. Adamdan gelen mektubun içinde;
“Engelli kızımızın düğününe deli gibi gitmek, kızımızın zihin dünyasın da tedavisi mümkün olmayan yaralar açabilir, ona değer vermediğimizi düşünür kızımız.” yazıyordu.
Diğer zarfta; annesinin, babasının, kardeşlerinin sosyal medyada engellilerle ilgili yaptıkları herkesin duygusuna tercüman olan paylaşımları vardı. Ve aynı zamanda yörenin gazetelerinin “Engelliler Haftasıyla” ilgili paylaşımları vardı.
Üçüncü zarfta da; aile cüzdanının fotokopisi, boy boy fotoğraflar ve bir not vardı:
Allah’ın istediğini akıl alır, davul dengi dengine vurmasa da olur
O’nun rızasına talibim, el âlemin putunun boynu kırılsa n’olur?
Mustafa SÜS
3 Aralık 2019


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YouTube