12 EYLÜL’ÜN ÇİLESİNİ ÇEKEN EMMİM EDEBİYATINI YAPAN BEN (İliklerine kadar yaşanmış bir öykü)
Hiç unutmam, senee?
1980!
Altı yaşındaydım.
Her şeyi hatırlayan bir hafızaya sahip olmak gurur duyulacak değil bilakis tedirgin edici bir durum, maalesef!
80 yılının en hengameli bir akşamında büyük abim eve girdi ve o acı haberi verdi:
Akıncılar Derneği başkanını da içeri alacaklarmış baba, sokakta öğrendim az önce, dedi.
Büyük bir sessizlik, babamın gözleri doldu.
Yapma ya! diyebildi…
Allah’tan ümit kesilmez, inşallah doğru değildir dedi ardından.
Birkaç güne kalmadı, Akıncılar Derneği Başkanı olan Emmim’i aldılar götürdüler.
Üzerimize karabasanlar çöktü.
Kimsenin boğazından bir lokma ekmek geçmiyor, kimse hiçbir şey bilmiyor, kimse yarının ne olacağından habersiz, herkes canlı cenaze gibi dolaşıyordu.
Sürekli radyo dinliyor, olanı biteni anlamaya çalışıyor, hayırlı bir haber bekliyorduk.
Emmim neredeydi, nereye götürülmüştü, ne çileler çekiyordu? Müthiş bir bilinmezlik, sağır bir sessizlik işgal orduları gibi talan etmişti yürekleri.
Devlete karşı gelmişti Emmim!
Ne yapmıştı peki karşı gelerek?
Etrafındaki gençlere vatan millet sevgisi aşılıyor, vatan için şehit olmanın önemini anlatıyor, imanlı, şuurlu gençlik yetiştirmek için çaba sarf ediyordu.
Devlet için çok büyük suçtu bunlar.
Şeriatçı damgası yemişti. Devlete göre Şeriat gericilik, bize göre Kuran’ı Kerim’di!
Kur’an da yasaklanmıştı zaten. Ne gerek vardı ki Kur’an’a?
Devletin resmi ideolojisi yeterdi.
Amerika ne isterse öyle yaşanacak, karşı çıkanlar da mapus damlarında çürüyecekti!
İnkılap yapılmıştı, inkılap diye yutturdular oysa biz biliyorduk ki yapılan inkılap değil ‘inkilap’ idi.
Üstadın dediği gibiydi aynı zamanda,
”Bir şapka, bir eldiven, bir maymun, inkılap!”
Babam evdeki kitapları samanlığa götürürken yanındaydım ve anlam veremiyordum samanlığa gömülen kitapların gömülme gerekçesine.
Sizin evi de arayacaklar, demişlerdi.
Evde ne bulacaklar ki?
Duvarda asılan halı dokuma anahtar simgesi olan altında da Millî Selamet Partisi yazan tablo vardı, onu da indirin demişlerdi eve gelip giden eş dost.
Ankara Mamak cezaevine götürüldü dediler.
Öyle ya, Necmettin Erbakan içeri alındıysa, onun askerleri de içeri alınmalıydı. Aynı yerlere gitmeliydiler.
Gittiler…
Öyle bir gittiler ki…
Normal hayatına dönmeye hiç kimse cesaret edemiyordu. Alışırız yokluğuna diye korkuyordu herkes. Acı çekmeden yaşamak zor geleceği için korkuyorduk normal hayattan.
İsim babalığı yaptığı kardeşim Necmetdin de o sene doğmuştu. O bebekti, onun hiçbir şeyden haberi yoktu ama ben altı yaşımda olanı biteni gün gibi hatırlıyorum.
Kulağımız dışarıdaydı sürekli…
Mahkemenin ne olduğunu o yaşlarda öğrenmiştim. Mahkeme olacakmış dediklerinde nasıl bir umuda gark olurduk ailecek.
Mahkeme olurdu ve hiçbir şey olmazdı.
Beklemeye devam…
Aylar birbirini kovalıyor Emmim mapusta biz yaşamaya devam ediyorduk.
İki körpe çocuğuyla yengem çekiyordu asıl çileyi. Babasız kalmış iki evladıyla ne gecesi belliydi ne gündüzü.
Yayladaydık, babam köyden yaylaya geldi, anamın kucağında kardeşim Necmetdin ben ve babam saatler süren yolculuktan sonra köye gelmiştik.
Hiçbir acı sonsuza dek sürmeyecekti nasılsa, ya ölümle ya vuslatla neticelenecekti.
Şükür vuslata ermiştik. Tarihler 7 Temmuz 1982’yi gösteriyordu.
İki koca yıl,
Şeriat devleti kurmakla, silahlı eğitim yapmakla, dernek başkanı olmakla suçlanan emmim artık özgürdü. Sadece o değil hepimiz kurtulmuştuk esaretten.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun dediğini yaptım ben,
“Vatanı sevmenin onlar çilesini çekti ben de edebiyatını yaptım.”
Şimdi de sözü hikayemizin asıl kahramanı Saygıdeğer Emmim Hamza SÜS’e bırakıyorum…
Emmi baştan sona özet olarak anlat bakalım yaşanılanları, ateşin düştüğü yer sensin…
-Neresinden başlayayım ki yeğenim… Tarih 29 Kasım 1980 idi… Kayseri İslam Enstitüsünde öğrenciydim. Akıncılar Derneğinde devletin suç saydığı şeylerle uğraşıyordum. Alıp götürdüler Mamak cezaevine…
Akıncılar’ın, Ülkücülerin, Dev Sol’cuların üst düzey yöneticilerinin bir arada olduğu cezaevinde çile doldurmaya değil, işkence çekmeye başlamıştık.
Tutuklandıktan tam 9 ay sonra mahkeme oldu. Suçumuz okunuyordu yüzümüze, suçluyduk evet, şahitlerin ifadelerine, beşerin yazdığı kanunlara göre suçluyduk. İslam devleti kurmakla suçlanıyorduk. İslam devleti kurmakla suçlanmak… En büyük onurdu bizim için.
Canı sıkılan yanımıza gelip işkence ediyordu. Günlük dayak yiyor, en acımasız şekilde hakaretlere uğruyor hayvanların bile yemeye tenezzül etmeyecekleri yiyecekleri yememiz için önümüze koyuyorlardı. Ramazan ayında sadece salata ve cacıkla 1 ay geçirmiştik.
Elektrikli işkencelerle kendi evladını terbiye etmeye çalışan bir devlet vardı başımızda.
-Kimler vardı tanınmış isimlerden?
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu vardı. Daha ne olsun?
Erbakan hocam Dil okulunda tutuluyordu, onu buraya almamışlardı.
2 yıl boyunca beş mahkeme oldu. Mahkemeler de bildiğin tiyatroydu. Komedi oynuyordu mahkemelerde ama hiç kimse gülmüyordu.
7 Temmuz 1982 yılında tahliye olup özgürlüğümüze kavuştuktan sonra bir diğer çile başladı, asıl işkence dönemim…
Okulun bitmesine 1 yıl kalmıştı. Gidip okulumu bitirdim diplomamı aldım, sakıncalı piyade olarak askerliğimi de yaptım. Askerlik esnasında elimize silah vermediler, devlet düşmanıydık ya biz…
Devleti Amerika’ya teslim edenler, binlerce masumu katledenler devlet düşmanı değil, vatanını milletini seven imanlı genç yetiştirmeye çalışanlar devlet düşmanıydı…
Askerliğimi de bitirdikten sonra köyüme döndüm…
- Emmi askerliği bitirip köye döndüğün gün ayağımı kırmıştım sabaha kadar acı çekmiştim, sabah sen beni kucağına alıp 3 km uzaktaki köyde yaşayan sınıkçıya ayağımı tamir etmek için götürmüştün hatırlıyor musun?
Evet, yeğenim sen deyince hatırladım.
-Okulu bitirdin, askerliğini sakıncalı da olsa yaptın, sonra?
Benimle birlikte okuyanlar iş sahibi oldu, biz sabıkalı olduğumuz için işe alınmadık devletin hiçbir kademesinde. Bir kararla bizim diplomamız yandı. O yaşımıza kadar okuduğumuz okullar, çektiğimiz sıkıntılar hepsi kayıp gitti elimizden.
Devlet bize ekmek vermemeye yeminliydi. 3 çocukla ortada kalmıştım. Ne elimizden tutan vardı ne yol gösteren ne de herhangi bir derdimize derman olmaya çalışan.
Yokluk tüm ihtişamıyla karşımıza dikilmiş bize bedel ödetiyordu.
İstanbul’a gittim. Ekmek o zamanlar aslanın ağzındaydı. Şimdiki bolluk yoktu. Aç kaldım, susuz kaldım, işsiz kaldım, çaldığım kapılar yüzüme kapanıyordu. Üniversite bitirmiş bir insanın çaresizliği, aynı okulda okuduğumuz arkadaşlarımın sıcak yuvaları, maaşları vardı ama ben işsiz, çaresizdim.
Sonra yavaş yavaş toparladık, Allah her dem yanımızdaydı ki, imtihanımız döneminde sabırlı olmamızı sağladı. Bizimle birlikte cezaevinde yatan nice arkadaşlarım vardı, dayanamayıp intihar ettiler…
10 yıl sonra diplomamızı geri verdiler ama artık biz de o diplomaya tenezzül etmedik şükürler olsun.
-Cezaevinde yaşadıklarını anlatır mıydın insanlara?
Asla! Eşime de çocuklarıma anlatmadım. Anlatırsam devletime düşman olurlar, diye düşündüm. Hala da anlatmış değilim.
-Emmi, sen çilesini çektin biz edebiyatını yapıyoruz, ağlayarak olsa edebiyatını yapmak bize düştü, senin yaşadığın acılar aklıma geldikçe yukarıda da yazdığım gibi, Muhsin başkanın o meşhur sözü gelir aklıma:
“Biz vatanı sevmenin çilesini çektik, edebiyatını başkası yaptı.”
Ne diyeceksin?
Ahiretime azık olur umuduyla yaşıyorum yeğenim, Allah’tan ahiretimde huzur istedim, devletimden de hiçbir şey istemedim şükürler olsun!”
İşte bu!
İmam Hatip yıllarımda bana kimlerdensin diye sorduklarında Hamza SÜS’ün yeğeni olurum, derdim, herkes tanırdı.
Dedem iki kez evlenmiş, ikinci eşinden de 4 kardeşi daha var babamın. Hamza emmim bunlardan biri.
Normalde hiçbir evlat kendi anasının üstüne bir başka kadın istemez… Şu yaşında da ailemizin medar-ı iftiharı olan, herkese kol kanat geren en değerlimiz hakkında babamın meşhur bir sözü gelir aklıma…
“İyi ki babam ikinci eşini de almış, yoksa Hamza gardaşım olmazdı.”