Site icon Mustafa Süs'ün kişisel blogu

KAĞIT VE CAM BARDAK İKİLEMİNDE AFRİN YOLCULUĞU (Öykü)

Paylaş

KAĞIT VE CAM BARDAK İKİLEMİNDE AFRİN YOLCULUĞU! (Öykü)
Elli yıl önce babam,
”Oğlum merak etmeyin Türkler bizi Suriye’deki zulümden kurtarmak için mutlaka gelecek ve bizim elimizden tutacak.” demişti.
Suriye’de savaş başlayınca ve Türkler de gelince büyük bir hınçla,
”Niye geç kaldınız!” diye öfkeyle açtık kapılarımızı ve ağlayarak sarıldık birbirimize!
”Geç kalmazdık da, Türkiye dört bir taraftan kuşatılmış, mazlumların yanında yer almayalım diye sürekli bizi rahatsız ediyorlar, yetmiyor içimizdeki muhalifler de size ve diğer mazlumları yetişemeyelim diye dandik sebeplerle kaos çıkarmaya çalışıyor, yetmiyor içimizdeki müslümanlar bile rahata kavuştuktan sonra ayağına diken batsa ayrılık türküsü söylemeye başlıyorlar ve poşet, soğan, sarmısak derdine düşüyorlar.” dedim.
Acı acı gülümsedik, içimizden ağlayarak.
Hatta sonra şöyle bir hayal kurdum Afrin’deki trajik durumu görünce:
Türkiye’yi beğenmeyen, Türkiye hakkında sürekli olumsuz propaganda yapan, yediği önünde yemediği ardında olan, doyumsuzluk hastalığına yakalanan nankörleri bir hafta Afrin’e götürelim, dönüşte ülkemizin toprağını öpmeye çalışırsa kafasına basıp burnunu sürtelim, dedim.
Ölümün günlük yaşam haline geldiği, hiçbir şekilde can güvenliğinin olmadığı, kellesi cebinde dolaşan insanların yaşadığı bir Afrin.
Kafilemiz konaklayacağımız eve ulaşınca, kolileri indirmek için çalışırken çok yakından kurşun sesleri geldi, anında içeri aldılar bizi ve ayakta durmayın yere yatın dediler, sesler kesilince dışarı çıktık olayın yaşandığı yerde hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyordu, duyduk ki iki insan ölmüş ve yine ilginçtir ki hiçbir hengame yok…
Bizi düğüne götürdüler, düğündeki eğlenceye bakıyoruz, normal, sıradan, Türkiye’nin herhangi bir bölgesindeki düğün gibi, oyunlar oynanıyor, halay çekiliyor falan. Çay yok sadece.
Düğün bitiyor, gece eve dönüyoruz, saat 10 suları…
Büyük bir patlama sesi, arabada kafamızı yere yatırarak yolda son hızla ilerliyoruz, bombanın patladığı yerden, toz dumanın içinden geçiyoruz ve büyük bir iştahla anlatıyoruz gidince, gülüyorlar bize.
Çok kalabalık olduğumuz için bizi evlere dağıtıyorlar gideceğimiz eve iki saatte gidiyoruz, yollar öyle berbat ki, böbrek taşı olan varsa düşürmüştür mutlaka ama tabi biz dağlarda sürekli gezdiğimiz için bu durumdan rahatsız olmuyoruz.
Aynı odada dokuz kişi kalıyoruz, buz gibi evde, sabah mumyalanmış gibi uyanıyoruz uykudan.
Birkaç kek ile kahvaltımızı yapıyoruz, ne çay var ne de çay…
Okulumuza gideceğiz, geç de kalmışız, herkes birbirine bağırıyor, öyle telaşlı ki insanlar, organizasyonda aranan mükemmellik beni şaşırtıyor öyle bir ortamda.
Çıkıyoruz dışarı, araçlara tıkış tıkış biniyorlar yetmiyor araçlar yeniden dönüyor.
En son ben kalıyorum tek başıma,
Birazdan geleceğiz seni alacağız sakın dışarıda durma gir içeri diyor abinin biri.
Geç kaldım, en sona kaldım, tek başıma burada ne yapacağım ki şimdi diye düşünerek eve giriyorum bir de ne göreyim, cam bardak var ve çay demlenmiş.
Niye geç kaldığımı şimdi anladım, Allah bir insanı mutlu edecekse okula gidecek eşekte yer kalmaz sonra eline bardağı verir, diyorum.
Yaklaşık on saat çay içmeden yaşamanın verdiği acıyla otobüsteki kelek kesene söylenip duruyorum, artık Türkiye’ye girdik hani benim çayım?
İlk fırsatta bir yakıt istasyonunda duruyoruz ve sanki gavur memleketindeymışiz gibi kağıt bardaktan çay…
Karnı aç, midesi sıkıntılı biri olarak fazla içmeyeyim bari deyip kısa sürede üç dört bardak ve bir de arabaya binerken…
Hikayenin başlığına uygun olsun diye dile getirdiğim son paragraftaki olaya takılmayın diyemem.
”Vatanın yoksa çayın da yoktur!” kağıt bardaktan da içmiş olsan bile bir zaman sonra cam bardaktan mutlaka içersin, yeter ki vatanın olsun. Burada şair çaya simgesel bir anlam yüklemiştir.
Hülasa,
Çaysız kalan bir milletin hayat damarlarından seksen 4 tanesi kopmuş demektir.
M’S


Paylaş
Exit mobile version