NİSANDA KENDİNİ TÜKETEN İNSAN
Suyuna gittiğin her şey seni iniş aşağı sürükler.
Akıntıya kürek çekmeyi şiar edinip yokuş yukarı çevirirsen yönünü yalnızca kendini değil suyu da yorarsın.
Kemâle erdiğinde yaşın parmak kadar çocuktun.
Kocaman laflar ediyordun, duyuyordum, kulağıma geliyordu,
”Seksen dört yaşına çıkmış, geri inmiş gibisin.” diyordu sana büyükler.
Kocaman yollara heves ediyordun, birkaç kişi yan yana yürüyemez diyerek, yoldaş almadan yanına, yol büyükse niye birkaç kişi yan yana yürüyemez ki? gibi tanıdık bildik sorular soruyorlar, seni çelişkilerinden vurmak istiyorlardı.
Kayboluyordun arada, iki arada bir derede kalıyordun, ara ki bulasın diyorlardı sana, elleriyle dokundukları hâlde, yüzleriyle seçemiyorlardı yüzünü.
Sen yüzünü eksiltiyordun yüzünü ekşitenlerin yüzünden düşen parçalarla!
Parçaları birleştirip parça parça dökülüyor, dökülen yanlarını toprağa gömüyordun.
Şimdi çıplak ayaklarınla toprağa basıyorsun, toprakla hemhâl olduğunu sanıyorlar.
Kıymık batmış gibi acı çekiyor ruhun, ruhuna galebe çalıyor mağlup olanların galip çığlıkları.
Üşenmiyor, üşüyorsun gözlerinle, kulaklarınla üşüyorsun, görmek, duymak, bilmek işine gelmiyor.
Amansız bir abartıyla gücünü toplayıp çıkınca meydana, elini uzatanların eline güçsüz olduğunu söylüyor ellerin, elini bırakıveriyorlar sonra.
Kafanın içindeki seni, senden büyük görüyorlar, sen tılsım kaçsın, büyü bozulsun diye uğraşırken, büyülü bir iştahla seni tüketmeye çalışıyorlar.
Tükenmek için, tüketenlerin içine mezar kazıyor olsan da kabul görmüyor gömülme isteğin.
Tahammül edemiyorlar, seni tüketmeye çalışanlar, içlerine kazılan mezara.
Kendilerine katil dediğini düşünecekler kolay mı?
Oysa sen, kendini öldürüyorsun zaten, bunu bilmeleri değiştirmiyor bir şey, tükettiklerinin farkına varmak istemiyorlar.
Kitaplar öyle değil oysa.
Tükettiklerinin de farkında, ellerinde kazma kürek görünce açıyorlar sayfalarını.
Toprak, kendinden emin tavırlarla yeniden veriyor önceden içine gömdüğün parçalarını, çıplak ayaklarına.
Ağaçlar yapraklarıyla selamlıyor seni, sen kendinden kendine selamını alıyorsun, gören şaşırıp kalıyor, ne bu muhabbet diye!
Kendinden çıkıyorsun yola, kendiliğinden yol oluyor sana dağların cılgaları.
Patikalarından geçerken kendinin her yerinde yara bere.
Çalılıkların batıyor, ellerine, ruhuna, göz bebeklerine.
Yaşanmış iklimlere başını kaldırıp, başını bulutların üstüne çıkarıyor, düşüyorsun sonra aniden ve yeniden toprağa, bin parça.
Seni unutuyorlar sonra, gözden ırak kalsan çıkmayacaksın kimsenin aklından.
Akıllarda kalmamak için yüz göz oluyorsun, yüzünü ekşitenlerin yüzüne bakarak köz oluyorsun.
Benim diyorsun, bendini yıkanlara, benim o bendin önünde duran.
Seni yıkamak adına yıkıyorlar bendini, yıkamak isteyenden daha kirli kim olabilir ki, yıkmak isteyenden daha zayıf kim olur?
Arınmak istiyorlar belki de sende, o yüzden yıkamak istiyorlar bendin önünde, oysa yıkılınca bend, altında kalıyorlar.
Yeniden bir telaş başlıyor börtü böcek saklı dağlarda.
Rüzgârı hissettikçe dağılan efkarın seni bir duldaya çekiyor, savuruyor ya da!
Dinginlik senin neyine?
Senin neyine sıcak bir döşek?
Başını taşların dizine koyup, dağıtıyorsun saçlarını, taşlar olanca sivriliğiyle okşuyorlar saçlarını ve ruhunu.
Rüzgâr esmiyor ama dağılıyorsun bir çiçeğin gözlerine bakarken gördüğün parçalarında!
Diken diken bakışmak nedir, biliyorsun, anlıyor ve ölüyorsun yaşarken.
Seni öldüren kim varsa onların yanında yürüyorsun, kendilerini suçlamasınlar diye.
Tükenmekle nasıl bitmez bir insan?
Bitince anlıyorsun gözlerinden, tüketenlerin!
M’S