Kazandıkça Kaybettik
Hem peşinden koşup hem elde edip hem de başımıza bela olan şeylerde kendimizi aklayıp nasıl da saldırıyoruz kadere, insanlara, zamana, hayata, dünyaya…
Yazmışımdır daha önce…
Üniversiteye çalışırken şöyle dua ederdim:
”Allah’ım hakkımda hangisi hayırlıysa o bölümü kazandır ama ben öğretmenliğin hayırlı olduğunu düşünüyorum.”
Yani Allah ile pazarlık yapıyorum. Hatta ben olabilecekleri haşa Allah’tan daha iyi biliyorum…
Ne acı!
Sonra olması gereken oldu, kader bu konuda bana öyle bir tokat vurdu ki öğretmen olduğum günden beri dönüyorum daha kendime gelemedim. Niye? Büyük konuştum da ondan.
Demem o ki…
Biz insanlar sonuç nasıl olacaksa olsun ama bizim dediğimiz olsun diyoruz. Yalan mı?
Hani şunu anlarım…
Bir şeyin olmasını çok istersin dualar edersin, uğrunda çaba sarf edersin, olur…
Olduktan sonra hayırlı olmadığını anlar, pişman olursun, hayırlı değilmiş dersin, kimseyi suçlamadan kaderine razı olur, boynunu büker haline de şükredersin…
Bu olması gereken.
Peki biz ne yapıyoruz?
İllâ istiyoruz. Sonucun ne olacağı, işlerin nereye varacağı umurumuzda bile değil.
Bir tanıdık vardı. Bir yere aday oldu, çok çalıştı kazanmak için. Hayat memat meselesi yaptı. Kazandı da!
Kazandığı günü bayram ilan etti. Rakiplerine karşı müthiş bir başarı elde etmişti.
Birkaç sene sonra yolsuzluk yüzünden görevden alındı, şu cümlesini hiç unutmam:
”Keşke o gün kazanmasaydım!”
Biri daha vardı, bir göreve gelmek için Ankara’yı yol etti.
Araya hatırı sayılır insanlar koydu. Adaklar adadı.
Birçok kişinin üstüne bastı geçti, istediği göreve geldi.
O günü bayram ilan etti. Kurban kesti, hasis olmasına rağmen günlerce etrafındaki insanlara yemek ısmarladı.
Sonraları kötü bir sebepten ötürü görevden alındı, onun da aynı cümleyi kurması gerçekten ibretlikti. ”Keşke o gün bu göreve gelmeseydim.”
Peki bu iki şahıs, o gün o göreve gelmemiş olsaydı ne diyeceklerdi?
Teorik olarak ”Vardır bunda da bir hayır!”
Pratikte? İçleri kan ağlayacaktı.
Allah belki bizi büyük bir beladan kurtardı demeyeceklerdi…
Doyumsuzluğumuz bizleri hem gözden düşürüyor, hem işin sonunda rezil rüsva oluyor, hem keşke olmasaydı diyor hem de yeniden başka bir kulvarda benzer bir serüveni tekrar yaşamaya başlıyoruz.
Kime sorsak, üç günlük dünya…
Kalp kırmaya değer mi?
Sultan Süleyman’a kalmamış bize mi kalacak falan…
Peki dilimiz böyle derken kalbimiz niye başka telden çalıyor? Ayaklarımız niye dilimizin demediği yerlere gidiyor?
Nefis doyumsuz tamam da…
E biz de insanız değil mi ama! Eşref-i Mahlukat yani!
Hiç mi derviş yok örnek alacağımız?
Hiç mi kendini bilen deli, kendinden geçen veli yok rehber edineceğimiz?
Bizim en büyük zaferimiz elde ettiklerimiz değil, kaybettiklerimiz olabilir, hiç düşündük mü bunu?