İnsanî ilişkilerdeki yüzümüz
Kim hayattan istediğini alamadı diye bir soru sorulsa herkes koro halinde kendisini gösterir.
Bu, üçüncü sınıf insanın kendi kendini tatmin etme şeklidir ya da kendini hor gösterip ilgi devşirme yöntemidir.
Dünyada istediğini alamayan o kadar çok düşkün insan var ki, onlarla yan yana gelmekten utanır bu üçüncü sınıf insan grubu.
Ama ısrarla öyle görünmek de ister.
Nasılsa, açlıktan sırtı karnına yapışmış bir Afrikalı ile yan yana gelme ihtimali yoktur.
Nasılsa kız çocuğunun saçını taramayı bilmeyip de tarıyor gibi yapan eşini kaybetmiş bir babayla yan yana gelme ihtimali yoktur.
Neden öyle görünmek isterler peki bunlar?
Sadece ilgi beklentileri yüzünden mi?
Merhamet dilenciliği yapmak mı amaçları?
Hiç sevgi görmemiş, sevgisiz mi büyümüşler?
Sebep ne olursa olsun, bir eli yağda bir eli balda olan bu tür insanların, arabesk tavırları üzerlerinde çok eğreti duruyor.
Konuşurken mangalda kül bırakmayan, yedi göbek öteden asil bir sülaleden geldiğinden dem vuran, her yerlerinden asalet akan bu tiplerin içinde bulundukları durum içler acısıdır…
Eline geçen nimetin kıymetini bilmiyor da diyebiliriz bunlara,
Nankör de diyebiliriz,
Şükürsüz de diyebiliriz, şuursuz da diyebiliriz.
Diyebiliriz çünkü elinde doğru dürüst imkânı olmayan insanları gördükçe bunların bu tür çıkışlarını havsalamız almıyor.
Bunların iç seslerine kulak verdiğimiz zaman,
Dışı seni, içi beni yakar derler.
Biz de boş durur muyuz, hemen mikrofonu Mevlâna’ya uzatırız:
”Testinin içinde ne varsa dışına o sızar!”
Dışı cafcaflı olup da içinin yangın yeri olduğunu söyleyen biri kimseyi inandıramaz.
İçi yanan evin penceresinden alevler çıkmaya başlar, der Mevlâna kadar olmasa da bir başkası.
Kimisi de gönül işlerinden dem vurur…
Dünyayı bilmeyiz de Türkiye’de gönül işleri konusunda ”mağdur” olmayan yoktur.
Bu konu hem bizi aşar hem de mağduriyet(!) üzerinden konuşmak bize yakışmaz.
Öyle mağdur ki insanlar, düğün yaparken ne kadar beylik laflar varsa hepsini ediyor, nikah masasında Sağır Sultan’ın kulaklarının pasını silecek derecede ”evet” diye bağırıyor, iki gün sonra da mağdur edebiyatı yapıyor.
Niye çok meraklıyız bu kadar mağdur edebiyatı yapmaya?
Verilen nimetlere şükredip, mağduru oynamayı gerçek mağdurlara bırakıp, kimseyi rahatsız etmeden, kimseden merhamet dilenmeden yaşayıp gitsek olmaz mı?
Az insan diyoruz, az eşya diyoruz, çok huzur diyoruz teorikte…
Pratiğe gelince evimizde iğne atsan yere düşmez eşya konusunda,
Üyesi olmadığımız grup yok telefonda, insan konusunda…
İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevdiğimizi söylüyoruz teoride, pratikte belki en sevdiğimizi söylediğimiz insan bizden kaçıp kedisine koşuyordur…
Ya da biz o beylik lafı ederken hayvanımızla çektiğimiz fotoğrafın nefret ettiğimiz insanlar tarafından beğenilmesini bekliyoruzdur…
Pratikte, ”pratikle teoriği” çorba yapıp içtiğimiz günden beri çok ”iki yüzlüyüz” çok..