Ay Gibi Münzevi
Onlar çardakta oturup çay içiyorlardı, bol bol gülüşüyor, şakalar yapıyorlardı birbirlerine, uzaklara dalıp giden birisi yoktu içlerinde, uzaklara dalan var mıydı bilmem ama giden yoktu.
Bu tür hikâyelerde, romanlarda, çardak kelimesini her okuduğumda, çardağın insanları serinleten yer olduğunu bilmezdim. Çardak bizim köyümüzde, hayvan barınağıydı. Ahır yani. Kimse ahırda gülüşmezdi. Çay da içilmez, şakalar, espriler falan yapılmazdı. Samanlığın seyran olduğu olur muydu bilmem.
Günlerden yokluğundu sanırım. Gene bir gün bakışıp geçmiştim aynadan. Yara da almadan.
Sakallarım ağarmıştı. Epey olmuştu ağaralı. Saçlarım hakeza öyle. Dağılmıştı da hani. Elinle topla, çok dağınık duruyor, diyen bir ses kalmamıştı.
Aklım çardak kelimesine takılı kaldığından beri, siz hayvanlar gibi de değildiniz, aklınız da fikriniz de vardı ama uzaklara dalan olsa da giden yoktu. Eğleniyordunuz. Sorsalar dünyanın yükü omuzlarınızdaydı.
Ne yani, derdiniz, o kadar yük var diye eğlenmeyek mi?
Ağzı bozuk Türkçenizle, imladan yoksun şiirlerinizle, kulağınıza neden hoş geldiğini hiçbir zaman anlayamayacağım şarkılarınızla eğleniyordunuz.
Gülüyoruz ama kan ağlıyor içimiz, yalanlarınızla gece geçip gidiyordu ay gibi üzerinizden.
Ay gibi münzevi olmayan ama illa münzevi desinler diye öykündüğünüz, özendiğiniz bir hayatınız olsun istiyordunuz. Kimse farkında değildi güya.
Sözüm ona acılarınız vardı hep başkalarından armağan. Sizde suç ne gezer?
Arabayı uçuruma yuvarlamadan önce aldığınız direksiyon eğitimi kader devreye girince havada kalıyordu.
Siz çok iyi yüzme biliyordunuz, koca denizde bir gemi gelip buluyordu sizi alt etmek için.
Çardakta hayvanlar gibi eğlenmeye devam etseydiniz keşke. Samanlık da nasılsa seyran olmayacaktı. Gönüllerin birlikteliği yetmiyordu artık eski hasırlar üzerinde çay içmeye.
Pahalı hayalleriniz vardı. O yüzden biraz eğlenceye ara veriyor, dalıyordunuz. Komşunun tavuğu hep kaz görünümünde, siz dilinizin ucundan türküler döküyordunuz.
Eğlenirken o kadar samimiydiniz ki, ne yaparsanız yapın acı çektiğinize inanmıyordu kimse. Yani ben!
Kül yığınlarından dağlar inşa ediyordunuz. Dağlayaraktan acemi yürekleri. Siz gülmenize bakın. İnşa ettiğiniz dağlar birilerinin üstüne yıkılırken siz gülmenize devam ediyor, hayat devam ediyor diyordunuz.
Oysa bir dokunan bulsanız, bin ah ediyordunuz da, kimsenin kulağına girmiyordu ah’larınız, vah’larınız, yani benim!
Hala insanın, kurşunla, bıçakla öldürüleceğini sanıyordunuz. Ve kimsenin katili olmadığınıza şükretmekten öteye gidemiyor, kendinizi sütü bile ağartan ak kaşık gibi görüyordunuz. Bin kere söylemişimdir abartmadan. Bir söz bile öldürür insanı, bir bakış bile bıktırır hayattan, gel derken bile salladığınız elinizin arkasında olan biten, nefret ettirir sizden ve yaşanılan hayatlardan!
Adınız gibi biliyordunuz, adım gibi biliyordum. Öldürdüklerimden, öldürmek için söz bilediklerimden biliyorum.
Çardağa dönme vaktiniz gelmiştir sizin. Köylerdeki çardağa, çocukluğumdaki.
Şimdiki çardaklarda zaman öldürmek bir insanı söz ile öldürmekten iyi de olsa, siz gene de dönün eski çardaklara. Zamanı gelince işe yarayacak olan sarı samanlarla dolu, ama hiçbir şekilde – ataları bile yalancı çıkartan- seyran olmayacak samanlıklara dönün.
Dönün ve ne kadar yalancı olduğunuzu gösterelim el âleme. Beni de muaf tutmayın. Vurun yüzüme yalanlarımı. Hem de kalabalıklar içinde vurun. Yüzüme öyle bir vurun ki, kimsenin yüzüne bakacak halim, mecalim kalmasın.
Beş duyu organınızın izi çıksın yüzümde. Morarsın sonra. Karaya çalsın.
Siz külden inşa ettiğiniz dağları yıkın üstümüze, bir şey olmamış gibi seyre dalın sonra.
Sonra öldürdüklerinizden helallik isteme şansınız varken -ki dolaşıyorlar ortalıkta canlı cenaze gibi- eğlencenize, içinizden geldiği gibi gülmelerinize geri dönün.
Ya da bakın keyfinize. Keyif sizin. Keyifsizim diye kandırmadan kimseyi. Kimseden de helallik isteyip açık etmeyin onları öldürdüğünüzü. Helal ederler bilirim haklarını.
Ben bile helal etmişken…
M’S