ALACAKLILAR ALACAKLARINI ALMADAN GİTMEYECEKLER
Üşenerek yerinden kalktı, aslında üşenmemeliydi, üşenmek dokunuyordu, yalnızlık dokunmasa da! Kalktı, kalkmak zorundaydı, elini saçlarına götürdü, saçları her zamanki gibi uzun, her zamanki gibi bir işine yaramıyordu elini saçlarına götürmesi.
Etrafına bakındı sanki birileri varmış gibi, birileri kalkıp da çay koyacakmış gibi, çayına şeker, acısına tuz basacakmış gibi, zamanın bileğini ikiye büküp, zamana hükmedecekmiş gibi.
Gözlerini gölgesine dikti, gölgesinden korkardı eskiden, eskidendi ama şimdi de korkması için bir sebep aradı, bulamadı. İnsan neden korkmasın ki gölgesinden, kendinden neden korkmasın?
Saçlarından çekeli epey bi zaman olmuştu ellerini, saçları artık eskisi kadar hoşuna gitmiyordu, eskiden de hoşuna gitmezdi, eskilerde kaldı hoşuna gidecek şeyler.
Şimdilerde hoşuna gidecek şeyler de vardı, yok değildi, yalnızlığını çok seviyordu mesela en çok da yalnız kalmadığı zamanlar.
Henüz çay koyulmamış, henüz demlenilmemişti gecenin alazında.
Kalkıp yıldızları seyredecek gibi oldu, vazgeçti, neden vazgeçtiğini bilmiyordu kendisi, kendisi, kendisi hakkında pek bir şey bilmiyordu.
Hep başkaları hakkında bir şeyler bilirdi. Elinde avucunda ne varsa hüküm verirdi, başkalarını kendisinden uzaklaştırır yalnızlığına methiyeler düzerdi.
İnsanların kanının bozuk olmasından şikâyet ederdi, en çok kimin yanında şikâyet ediyorsa, ona kanın bozuk senin, demek isterdi ama cesaret işiydi bu!
Kimin yanında birilerini övse ki bunu genelde yapmazdı, kendisinden başkasının övülecek bir yanı olmadığı düşüncesinden hareketle, o kişiyi övmek için yapardı bunu.
Konu dağılmasın diye saçlarını dağıttı, baktı aynanın karşısına geçip saçlarına, telleri sayılacak kadar olmuştu, seyrelmişti yeterince, ağarmıştı da üstelik.
Doğrulara prim vermezdi, pek fazla da prim kalmamıştı elinde.
Yanlış yapanı seviyordu en çok, bir işi başaramayanı, elinden iş gelmeyene, dilinden güzel söz dökülmeyene hastaydı, evet gerçekten çok hastaydı, dost işi değildi bu hastalık, kimin kapısını çalsa tedirgin oluyordu, tedirginliğinden kaçıp, kimseye sığınmak, kimseyi hastalığına şahit tutmak istemiyordu ama o gene de övülecek birilerini bulamıyordu.
Eleştirilerden de hazzetmezdi, kim gelip bu ’nu eleştirse, “bu” dediğim, olayın kahramanı olan şahıs, okuyucuların kafasında oluşacak yazarla, kahraman aynı, düşüncesini bertaraf etmek isterken aklına geldi, “bu” demek.
Aslında eleştirilmekten kimse hoşlanmazdı, bu da hoşlanmıyordu, belki de herkesle en çok bu yönü benzeşiyordu.
Oysa kimse farkında değildi, eleştirilerden hoşlanmadığının. Başkalarını eleştirirken çok rahat olan insanlar, kendilerini mükemmel zannetmeye o kadar aşina olmuşlar ki, bir kez eleştiri duysalar yüzleri buruşur, damarlarındaki kanları harekete geçer, suratları asılırdı.
O kadar da abartmaya gerek yok muydu aslında?
O kadar da abartmanın nesi vardı ki, herkes eleştirirken abartmayı sıradan bir şey zannediyordu.
Saçlarına dokunmayalı epey zaman olmuştu. Zaman durmuştu.
Çay ocaktan ineli epey olmuş, saçlarına dokunmayalı anladı bunu ama hala demini almamıştı, demek ki üşengeç haliyle kalkıp, elini saçlarına dokununca, kendisine dokununca, gölgesinden korkunca, çayın da deminin hemen alamayacağının farkındaydı.
Ya da değildi farkında, kimse de bilmiyordu bu durumu.
O kalktı tekrar elini saçlarına götürmekten vazgeçti, çayın üzerindeki örtüyü çekerek, üzerine ölü toprağı serilmiş de, o toprak üzerinden alınmış gibi, rahatladı, gevşedi, saldı kendini, artık saçlarını gönül rahatlığı ile dağıtabilirdi.
İnanları da eleştirebilir, bundan müthiş keyif de alabilirdi, aldı da, almıştı yani bir zamanlar belki birkaç saat önce.
Belki de bir ömür yorulacaktı insanları eleştirmekten.
Ayakta su içmeyi, ağzını kapatmadan esnemeyi sever gibi seviyordu insanları eleştirmeyi.
Saçlarına dokunur gibi, gölgesinden korkar gibi seviyordu yalnızlığını.
Hüzünbaz devrimciler gibi, elinde silah, sıkıyordu kim gelirse önüne, akşam olunca da devam ediyordu bu, yatarken de sıkıyordu birilerinin kafasına ve kendi topuğuna.
Yalnızlık böyle bir şey değildi, olmaması gerekiyordu, gözünden yaş geliyordu, kaç kez itiraf etti yalnızlıktan korkmadığını ama insanları eleştirmekten alıkoyar bu itiraf endişesiyle vazgeçti, düğümlendi boğazında kelimeler, kelimeleri de sevmezdi zaten, yalnızlığı sevmediği gibi, en çok da sevmediği şeyleri yapardı, mesela günün birinde yazar olmayı koymuştu kafasına, saçları dökülünce başlayacaktı, öyle bir his vardı içinde.
Hislerini de sevmezdi. Yanılmaktan acayip hoşnut olsa da yanılamazdı bir türlü.
Bir keresinde yine, bir konu hakkında, bir kişi hakkında yanılmayı denedi, başaramadı.
Kendisine bile inandıramıyordu, ben yani, nasıl yanılmam falan deyip çeki düzen verir gibi yapıp salıyordu sonra, ellerini yana salardı cenaze namazı kılan imam, imrenmişti, normal namazda, hele vitir namazında ellerini yana salmamak için ne kadar mücadele verdiğini kendisini bile bilmiyordu.
Namaz kılarken eleştirirdi saçlarını ve insanları.
Çayını ocağa koyar, her selam verdiğinde sağa, çay, sola selam verdiğinde saçları gelirdi aklına, kalkıp demler, saçlarıyla oynamadan namaza dururdu, ellerini salmak için vitir tekbirinde.
İnsan eleştirirken neden abdest bozulmazdı, neden dedikodu yapan insanlar ölü eti yediği halde, orucu bozulmazdı, bunu kafasına pek takmamıştı.
Kafasına taktığı başka şeyler de yok değildi.
En çok kafasına, kafasına taktığı şeyleri takardı.
Kafası çok yoğundu ve kendisi bile ulaşamıyordu her aradığında, yoğun geçen yılların ve saniyelerin etkisiyleydi sanırım, saçmalamak istediği zamanlar eline kalemi alırdı eskiden, kalemler de moda oldu şimdi. Kalem kullananalar modaya uygun yazılar yazmaya başladılar. Kalem sıra dışı olunca moda olmasaydı keşke, keşke kalemle yazılsaydı gene saçmalayıcı yazılar.
İbrikle abdest almıştı bir keresinde, herkes elini yüzünü yıkamak için su kullanırken, bu suyu heder etmek istercesine ibrikten alırdı abdesti, oysa ibrik çok su zayi etmezdi. Kimliklerin zayi, gençliklerin heba olduğu bir dönemdi.
Suyun israf edilmesi de moda değildi o zamanlar.
İbibikler, ibrikli bidonlarda olduğu için su, susuz kalırlardı, nehirler kurumamıştı, çaylar akıyordu, çaylar demleniyordu ama nedense ibibikler ötmeyi bırakıp, kapına dayanır gibi, sen elini, ben yüzümü yıkarken su içmek isterdi.
Ömründe bir kere dahi olsun, televizyonlarda bile, ibibik görmeyen bir insanın hayal gücüne erişmek zor değildi.
Hayaller satılırken pazarda, henüz hayallerin satılması moda değilken, daha ötmemişken ibibikler, bir kartal inivermesin mi, saçlarına!
Tellerini ayırıp birden sayıvermesin mi? Vermedi.
Bu da yalandı.
Bunca zaman okuyucuyu yormak için, kendisini de yorma gafletine düşen yazarın ellerinden, dillerinden, bakışlarından uzak durulması gerektiğinin farkına ne zaman varacak ki yazarın kendisi.
Yazardı o, aklına gelmeyen her şeyi yazardı, aklına gelir belki diye. Aklına gelmezdi ve hala üşeniyordu çayı doldurmak için. Bakındı etrafına kimse yoktu, birkaç bardak vardı, birkaç umut, biraz da işkence barındırıyordu sokaklar, umut ve işkenceyi her cümlede kullanmaya başlayalı birkaç asır olmuştu daha.
Asırlar da ne uzun geçiyor be! Deyiverdi, neden öyle bir şey deme cesaretinde bulundu bilemezdi kimse.
Geçmeyen neydi ki, yıllar bile geçiyordu, saniyeler de geçti, geçerken kaç kişi görmüş diye soracak oldu, fazla saçmalamak ruhuna gerçekten iyi geliyordu.
Ruhu talan edilmiş yalanını uydurdu önce.
Ondan daha önce, başkalarının ruhunu talan ettiği yalanını doladı diline, herkes inanmış gibi yaptı.
Kimsenin ruhu falan talan edilmemişti, kimsenin ruhuna işkence edecek kadar asaletli değildi duyguları, duyguları samanlıkta iğne aramanın saçma olduğunu bilecek kadar naifti, hemen gidip birkaç iğne siparişi vermek istedi, üşendi, çay içmek ve saçlarıyla oynamak daha az yorucu ve daha çok umut vadediyordu ona.
Bu son cümle içinde umut vardı ve fakat işkence kalmamıştı. İşkence umudu da içine katıp, içine işlemişti.
Sonra dayandı kapıya alacaklılar, alacaklarını almadan gideceklerdi, biliniyordu, neden dayandıklarının kimse farkında değildi oysa. Yazarın bile haberi yoktu, sanırım dedi, hayır hayır vazgeçti, alacaklılar, alacaklarını alıp gitmeyeceklerdi de neden dayandılar kapıya? Diye soru sorarken geldi aklına, kelimelerle oynamanın en kötü yanı buydu, birkaç kelime sonra ne geleceğini tayin edebiliyordu hikâyenin.
Alacaklılar kapıya dayandılar, alacaklarını almadan gitmeyeceklerdi. Belliydi. Biliniyordu. Kapıya dayanınca, kapının göçmesi an meselesiydi ve kapı göçerse bu en çok evin sahibini etkileyecekti, o yüzden yalvardı, kapıya dayanmayın ne olur?
Ne olur dedi birisi? Sahi kapıya dayanmazsam ne olur? Kapı benim ona dayanmama dayanamayacak mı?
Hayır dedi bir başkası, alacaklı olmayanlardandı, birlikte gelmişlerdi, birlikte değillerdi ama. Karakterleri çok farklıydı, karakterleri yoktu hatta o bakımdan birlikte sayılabilirlerdi, karakterlerinin aynı olmasına gerek duymaz gibi bir tavırla, hayır! Dedi.
Herkes ona baktı, o kendine baktı ve neden hayır dediğini unutmuş gibi yaparak, mahcup bir ifadeyle, sen kapıya dayan ki, kapının sana dayanıp dayanmadığını test edelim, alacağımızı almadan gitmeyelim, dedi.
Artık her şey gün yüzüne çıkmıştı ve hiçbir yazar bu karmaşıklığı bu denli açığa kavuşturamazdı.
Adamların adımlarından belliydi gitmeyecekleri, kapıya dayandığından belli olsa neyse, oysa konu hep kapıya dayanmadan gidiyordu, yok değildi öyle. Adımlarından belliydi, adım gibi biliyordum, adımı da unutsaydım iyi olacaktı, anam, adı batasıca, dediği günden beri adımı hafızama öyle bir nakşetmişim, öyle bir kazımışım ki, çayın soğuduğunun bile farkına, saçlarına dokunca geldi adamın.
Her şeyi ayrı ayrı yazdığının farkında değildi yazar.
Adamların adımlarına göz dikmiş, bir adım daha atsalar, avludan içeriye, avluyu da sevmezdi, eskiden avlu ile havluyu ayırt edemediği düşüncesi, içini kemirirdi.
Adımlarına göz dikmişti, hiç birinin adını sormak gelmedi aklına, varsa yoksa her şeyi ayrı yazma düşüncesine gark olmaktı.
Her şey kaç yerde ayrı yazılır ve hangi tekbirden sonra eller salınırdı ki sağa sola? Soru gibi durduğuna aldanmayın cümlenin, hiçbir cümlede soru da yoktu, cevap vardı belki, bilinmezdi, yazar kendisi bile bilmiyordu, içinden geçenleri.
Adamlar, ağır olmayan ve hiç hareket etmeyen adımlarıyla, geleceklerdi, geldiler de! Alacaklardı, almadılar. Alacaklarını almadan gitmeyeceklerdi.
Gitmediler. Kaç kez teklif ettiyse de evin, kapısına dayanıldığı halde, kapısının göçmediğine sevinemeyen sahibi, ne isterseniz veririm, demekle yetindi, yutkundu hatta ne yetinmesi?
Eski tuşların yerine yenisini getirmişler, yeni tuşlar adamların adımları gibi, biri aşağıda biri yukarıda, yazarken zorluk çeken bir yazarın içine düştüğü klavyeler gibi, içine düşmüştü adamlar alacaklı olduğu kişinin evinin. Allah’ım ne çok imla hatası ve ne çok içtenlik hatası yapmıştı.
İçten bir küfür savurdu eski klavyesine, ne varsa eskilerde var dememek için kendisini zor tutan adam, alacaklarını almadan gitmeyecekti.
Alacaklarını almadı.
Gitmedi!
Bitmedi!
M’S