YÜREK YÜKÜ (Öykü)
YÜREK YÜKÜ
Yaşarken çekmezdi, yaşadıklarını anlatırken çektiği acıyı.
Gözleri, birbiriyle kıskançlık savaşına istemeden giren iki kadının tırnakları kadar keskindi söze başlarken.
Gözlerinden alamazdınız anlatmak istediğini de kendinizi de!
Yüzünde çizgiler daha da belirgin hâl alırdı, sizi baştan aşağı süzerken, soru sormaya çekinir, sorularınızla daha da derinlere inemeyecek olmasından korkardınız.
Sorularınız ona, anlatacaklarına sınır çizmekti bir anlamda.
Sohbet gittikçe derinleşiyor, çektiği acıyı iliklerinize kadar hissediyor, görüyor ama anlattıklarından hiçbir şey anlamıyordunuz.
Evet, bir nazara gelme olayı vardı hikâyede ama nazar eden kimdi, nazara gelen kimdi, neciydi?
Elinde parmak kalmıyordu anlatırken, yumruklar sıkılıyor, dişler ahenkli bir şekilde gıcırdıyor, kulaklar kapanıyor, kepenkler iniyor, müşteri kabul etmiyordu içine.
Anlattıkça anlaşılır olsaydı, anlatacak değildi zaten…
Çocuklara has bir incelikle, yaşlılara has boşvermişlikle, gençlere has hırslılıkla, kendisine has hınç dolu sözlerle kendini takdim etmemek için gürültüyle konuşuyordu.
En fazla on cümle kuruyordu. Kelimelerin yerini, dizilişindeki kalitesini ve noktalama işaretlerini yer değiştiriyor, siz farklı bir şey söyleyecek de, anlaşılır bir cümle kuracak diye beklerken, sadece gürültü duyuyordunuz.
Nefes almayı unuttuğunu varsayarak ölmüş olabileceğini aklınıza getirmiyor, çektiği acıyı çıplak gözle görebiliyordunuz.
Başkasına kaptırdığı itibarı senden isteyecek olsalar, ne yapardın? Sorusuyla irkiltecekti sizi!
Siz, ışıktan rahatsız olup da kafasını yorganın içine gömen çocuk gibi soruyu görmezden gelip yüzüne göz gezdirecektiniz.
Yüzündeki mahcubiyeti görmenize engel olamayacak, kendisini yeterince saklayamaz hale gelecekti.
Soru sormak, hiç hesapta yoktu üstelik.
Kelimeler artık daha sakindi. Noktalama işaretleri yerlerini almış, savaş gittikçe içinden çıkılamaz bir hâl almıştı.
Yükü ağırdı, belliydi.
Sırtına almış dünyayı, dünya kadar yüküm var diyenlerle dalgasını geçerek oraya buraya savruluyor, arada eğilip, daha varsa yük, koyun sırtıma diyordu.
E dünyayı sırtına vuran adamdan beklenecek o kadar çok şey vardı ki…
Onu yapan, bunu da yapar, diyorlardı. O yükü çeken bu yükü de çeker, değil mi ama?
Oysa, stratejik değil, beyniyle değil, yüreğiyle sırtlıyordu yükü.
Bunu kimse bilmiyordu.
Yüreğini saklamakta mahirsen herkes senin beynine bakacaktı doğal olarak.
Ne kadar stratejik bir adam diyeceklerdi sana, farkında olmadan yüreğinin…
Hiçbir zekâ sorularına doğru cevabın yoktu oysa.
Yüreğinle girdiğin savaşlarda galip geldiğinden mülhem, savaşçı sanıyorlardı seni.
En girift bilmecelerin bile içinden çıkacak kadardın herkesin gözünde, dolambaçlı fikirlerin çekim üssü haline gelmiştin.
Siz, sorulan soruya kulak vermeyeli, içine kapanmış anlatmaya devam etmişti kendini.
Karşısında el çırpılmasından korktuğu için gözlerini sürekli açıp kapatan çocuk gibiydi gürültülü konuşurken.
Tane tane konuşurken de “Ağzı açık ayran delisi” izlenimi veriyordu…
Siz gene hiçbir şey anlamamakta o kadar mahirdiniz ki, neredeyse bu yeteneğiniz için övünecektiniz ama anlaşılmamak için verilen çabayı da gözlerinizle gördüğünüz için kendinizde herhangi bir maharet görmeyip dalıp gidiyordunuz, gözlerinizin önünde oynanan tiyatro gibi gerçeğe…
Bir ara elini sol göğsüne koyunca, yüreğini çıkarıp gösterecek sandınız, hemen gözlerinizi dört açıp beklemeye koyuldunuz.
O ise yüreğini değil size, hiç kimseye göstermemek için yemin etmiş gibiydi…
Kolay değildi elbette…
Hiçbir strateji bilmeden onca savaşı kazanıp da bunu “yürek gücü” diye anlatması, sizi ikna etmeyecekti.
Şaşırıyordunuz…
Onca savaş kazanan bu adamın derdini anlatırken bu kadar bocalaması akıl kârı değildi…
Aklı da kâr etmezdi zaten.
Kalbim olmasaydı, ben de olmazdım, diyecekti…
Gülümsedi, demedi öyle. Herkes için geçerli, genel geçer bir kabuldü zaten, kalbin olmaması insanı yaşatmazdı.
Ama anlatamıyordu, öyle değildi işte…
Benim kalbim de sizin kalbiniz gibi olsaydı falan dese yeriydi, bir nebze anlaşılabilirdi o…
Basit kaçar diye o konuya hiç girmedi, basit kaçmasından öte, basite indirgediğimi düşünürler diye, belki de…
Sırtındaki dünyayı yere indirdi sessizce, tabi siz onu göremiyordunuz…
Onun indirildiğini görenler hemen üşüştüler başına.
Bir itiş kakış ki ocaklardan ırak.
Yeni bir dünya daha koydular sırtına…
Kimin eli daha çabuksa onun marifetiyle…
Sizi unutmuş gibiydi.
Kalktı ayağa, başına üşüşenlere hitaben:
Hayır! dedi. Alın sırtımdan bu yükü. Ben bu yükü çekemeyeceğim. Bu yük benim kaldırabileceğim bir yük değil.
Gülüştüler tabi… Kimse kulak asmadı. Dalga geçenler bile oldu.
Ne kadar dil döktüyse de anlatamadı derdini…
Sen istersen, dedi birisi, istersen sen, dünyayı avucunda oynatırsın be! Kimi kandırıyorsun?
Sıkılmış yumruğundan rahatsız olduğunu yeni fark ederek, avucunu açtı, parmakları uzun, elleri kocamandı…
Etmeyin, eylemeyin benim işim değil, bu iş de yürek işi değil, kaldıramam bu yükü dese de, sözünü dinleyecek kimse kalmamıştı etrafında…
Sırtındaki yüke hafifçe sırt verdi. Karşısında bir şeytan, sırıtıverdi…
Göğsüne koyduğu eliyle yüreğini çıkarıp, sana ihtiyacım yok artık deyip attı yüreğini bir kenara…
Beyni de, beni bu işlere karıştırma! demeye getirdi.
Aklı da, beynin ve yüreğin olmadığı yerde benim işim ne? diyerek ardına bakmadan kaçıp gitti…