YUHALADIKLARINSIN (Yeni Konya Gazetesi)


 

 

Ceza Sömürgesi adlı kitabında Kafka, mahkûmların sırtına tırmıkla verilen ceza cümlesini yazdıran bir infaz aletinden söz eder…

 

Mahkûmun sırtına infaz memuru subay o aleti yerleştirir tam infazı uygulayacakken birden mahkûmu affeder ve kendisini bağlar alete ve o aleti kendisinden başka kullanan olmadığı için, kendisini de öldürerek o aletin işlevine ve uygulamasına son verir.

Oysa ilk başlarda aleti tanıtarak gayet de güzel bir şekilde çok gerekli olduğunu anlatıyordu sömürgeye gelen konuğuna.

Konuğunun o tür cezalar ve infaz türlerine karşı acımasız eleştirilerini dinlemez gibi yapıyor, konuğu da deyim yerindeyse kandırmaya çalışıyordu.

Biz insanlar yaptığımız yanlış işlere, gittiğimiz yanlış yollara hep bir kılıf uydururuz. Birileri bir yerlerden karşı çıkar ama biz pek de dinlemiyor gibi yaparız.

Tamam, hepimiz o infazcı subay gibi mahkûmu affedip kendimiz girmeyiz o tırmığın içine. Bu da zaten sadece kitaplarda olur.

Ama en azından affetmeyi başarabiliriz.

Başarmalıyız da.

Yoksa o içine düştüğümüz yanlışlar bizi de etrafımızdakileri de yakar.

Sözü çok dolandırdım farkındayım.

Elinde güç yokken, imkân yokken, fırsat yokken, ayıpladığımız, hor gördüğümüz, hatta yuhaladığımız yanlışlar vardır. Birileri bizim sırtımıza işlediğimiz suçları tırmıkla kazıyorken, biz de inliyoruzdur altında…

Şimdi sıra bize geldi. Elimizde imkân var, fırsat da var.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara edilen laflar gibi, liyakat sahibi olmadan, makam mevki sahibi olmaya, birilerinin üstüne basarak bir yerlere tırmanmaya çalışıyoruz.

Bu başta verdiğim örnekle uyuşmuyor gibi görünse de, birilerinin hakkını yemek, sırtına tırmıkla yazı yazmaktan daha kötüdür. Her ikisi de toplumsal bir hastalıktır. Birisi bireylere şiddetli bir ceza uygulayarak toplumun yaşama azmini kırar diğeri de toplumu içten içe çürütür.

O kadar aç kalmışız ki koltuğa, o kadar meraklıymışız ki bir yerlere gelmeye, ne eş dost tanıyor ne de bir güle sahip olmak için koşarken ezdiğimiz papatyaların farkına varıyoruz.

Dünya dedikleri yerde kaç yıl yaşayacağız ki?

Ülke çapında düzenlenen Siyaset Akademisi adlı programa katılmıştım ve şimdiki Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de açılış yapmak için gelmiş ve demişti ki:

“Buraya herhangi bir istikbal beklentisi için gelen varsa hemen bu salonu terk etsin. Biz ülkeye ve bu ülkenin evlatlarına hizmet etmek için çabalıyoruz, varlığımızı ona borçluyuz. Siyasi olarak bir yerlere gelmeden de hizmet edilebilir.”

Bu söz salonda öyle müthiş bir alkış almıştı ki. Herkes hayran kalmıştı ve tek bir kişi de olsa çıkıp gitmemişti salondan.

Kimsenin niyetini okuyacak kadar kuvvetli değil hislerim.

Ama gördüklerime, gözlemlerime de güvenirim.

O tür programlara katılanlar değil sadece, eli uzun olanlar, önemli yerlerde koltuk işgal eden yakınları olanlar bir zamanlar yuhaladıkları kimseler gibi yükselme derdindeler.

O tırmık aletine girmeye gerek yok toplumu içten içe çürüten mekanizmayı yok etmek için.

Yuhaladıklarımız gibi olmayalım yeter.

mustafasus@hotmail.com

{fcomment}

 


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir