GİTMEK VE KALMAK

Güçlükle kalktı oturduğu yerden, verdiğim selamı gözleriyle aldı. Gözlerinden, içine işleyen gözlerinden, sadece keder okunuyordu. Kaçırdı gözlerini, tek bir bakış yeter sana dercesine.
Bedeni bana dönük, aklı ve kalbi başka yerlerdeydi. Ben geldim diye kalkmamıştı ayağa, gitme telaşı var gibiydi kıpırtılarında. Duvara öyle bir yaslandı ki, yıkılacak gibi oldu duvar. Yere sağlam basmıyordu lakin yer yarılacak gibiydi, yarılsa mıydı acaba? Medetti belki benim umduğum. Tek bakışın ardından gelmeyen diğer bakışlar hep başka yerlerdeydi. Başka başka şeyler vardı aklında, benim de öyle.

Ne düşünüyordu, neyi çözmemek için çabalıyordu anlamıyordum. Çözümsüz kalsın gibi bir hali vardı, çözüme kavuşsun diye ettiğim feryadı duyar gibi, uzak duruyordu düşüncelerimden, düşüncelerimin onu etki altına almasından uzak duruyordu.

Otur evlat dedi sonunda, gitme telaşesini bir kenara bırakarak. Otur ve dinleme beni dedi, anlam veremiyordum çelişkilere. Soru sormamı beklemiyordu, sorsam da cevap verme niyetinde değildi, anlıyordum.

Gücümün yettiğince susuyordum, çok konuşuyorsun dedi. En sahtesinden tebessüm edecektim tam, öyle bir bakış fırlattı ki, hiç bakmayacak diye düşündüğüm gözleriyle. Yazık etme kendine, zorlama gülümsemek için, bakışıydı bu.

Yanı başındaydı çay, işaret etti, bardakları özenerek sıcak suyla ısıttıktan sonra doldurdum çayını, çayımı. Karıştırıyorduk çayı ikimizde, ikimiz de dünyayı döndürüyorduk etrafında, o, “bir an önce geçsin şu zaman”, ben, “bir an önce dursun dünya” dercesine daha da hızlanarak karıştırıyorduk çayımızı.

Parmağını gözüme değil de yüreğime sokarak uzattı. Kanadı. Kanattı yüreğimi. Sen, dedi bana, “bıkmadın mı hayatla oyun oynamaktan?”

Oysa hep hayatın benimle oyun oynadığını düşünür, bu konuda sitem ederdim hayata. Hayatla oyun oynadığımı düşünmesi bir anlık nefsi bir kabarıklığa yol açsa da, uzun sürmedi kendime gelmem. Gözlerimi kısıp, dört açtım kulaklarımı.

Hayat diye devam etti sözlerine, kendisiyle oyun oynayanları affetmez. Öyle savurur ki seni, hallaç pamuğuna dönersin. Gecelerini karartıp, işkenceye çevirir günlerini.

O bildik çakıl taşı örneğini verdi:

Denizin kenarındasın, bir sürü çakıl taşı var elinde, inceliyorsun her birini, tek tek denize fırlatmaya başlıyorsun, en son bir tane kalıyor elinde, onu fırlatmaya kıyamıyorsun. Fırlattıkların artık senin değil. O elindeki tek taşa başlıyorsun anlatmaya, ona karşı öyle yalın, öyle safsın ki. Hiç olmadığı kadar cesur ve hiç olmadığı kadar içtensin.

Çelişkilerini, korkularını, yaşadıklarını, günahlarını, yalanlarını, çektiklerini, çektirdiklerini… Hemen her şeyini anlatıyorsun. Taş kıpırdamaya başlıyor, anlattıkların cesur ve maskesiz olduğundan taş bunu kabul etmiyor. (Hiç kimse bu kadar kendini ele vermez, yalan söylüyorsun!)

Taş ağırlaşıyor git gide. Hiçbir şeyi ispat edemezsin o an, taş inanmak istiyor ama inanmıyor. Güvenmek istiyor ama güvenmiyor. Çatlayacak gibi oluyor bir ara. Ağırlaştıkça düşecek gibi ellerinden.

Çayımızı tazeliyorum, ruhum bedenimden çıkacak gibi, çıksın istiyorum, daralıyorum, bunaltıyor beni anlattıkları. Evlat, dinleme beni diyor. Biliyor ki, dinleme dedikçe daha çok kulak vereceğim.

Çayı diyor, ne kadar çok seviyorsun, içtikçe bedeninde açtığı yaraları görmüyor değilsin.

Şimdi git diyor, git ve ruhuna etme işkence. Sen kendini anlatana kadar biter ömrün.

Seninle yola çıkmak isteyen bilmelidir ki, sen hayatını resmederken silgi kullanmadın, kimse de kullanmadı. “Hayat silgi kullanmadan yapılan bir resimdir.”

O elindeki tek taş, düşerse denize, sana inanmadığı için düşecek, güvenmediği için düşecek.

Gitmek isteyen yol bulur gitmek için kendine, kalmak isteyen de kapatır tüm kapıları.

mustafasus@hotmail.com

{fcomment}

 

 


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir