MAVİ, ÇİNKO DEMLİK(Öykü)


MAVİ, ÇİNKO DEMLİK!
Eskiden çay tek demliğe demlenirdi, demlik büyük olur, herkese de yeterdi, demliğin altında su olmaz ve çay yapılınca da ocaktan hemen indirilirdi.
Demliğin üzerine mutlaka el örgüsü örtü, namazlağa yahut temiz havlu örtülür çay sıcak tutulurdu. Ocakta altı sürekli kaynayan çayın tadı acı olurdu.
Yaşanmış güzel bir olayı sarıp sarmalayarak sıcak tutmak, altında ateş varmış gibi, sürekli lafını ederek sıcak tutmaktan iyidir gibi toplumsal mesaj vermenin kimseye faydasının olmayacağını bildiğimden burayı geçiyorum.
Hele ki, demlenmiş çaya su katmanın çayın tadına vereceği kekremsi tad ile ilgili güzel teşbihler yapma fırsatı her daim varken onu da geçmek istiyorum şimdilik, belki ileride eskiye döner de sadece demlikte çay içmeye başlarsam, Lokman Hekim örneğinde olduğu gibi, kendi yapmadığım bir şey üzerinden başkasına teşbih dayatmam doğru olmaz diyerek, ancak o zaman öyle bir mesaj verebilirim.
Sıcak bir yaz gecesi saat gecenin peşinden ağır aksak adımlarla ilerlerken ve hemen herkes uykuya dalmış, günün yorgunluğunu atarken…
İki kardeş, kışın koyunların yiyeceği otu doğrama işine başlamadan önce ben mutfağa, abim otların arasında işe koyulmuştu.
Mavi, çinko büyük bir demliğimiz vardı, düşmekten yer yer boyaları çatlamış emektar bir demlik.
Özene bezene çayı demleyip gecenin önüne geçen saatin yorgunluğunda çalışan abime hizmet edecektim.
Bir yandan da teypte içli şarkılar çalıyordu. Yaşımı tam olarak hatırlamıyor olsam da, sanırım sekizi geçmiş dokuza varmamıştım, ikisinin arasında bir yerlerde iş görmemek için teybe bant koymaya, çay demlemeye falan kaytarmayı bilecek yaşlardaydım.
Ama sahiden müthiş bir geceydi. Dağlardan orakla biçerek getirdiğimiz otlar buram buram koku yayıyor, etrafta cırcırböcekleri teypten çıkan şarkıları bastırıyordu.
Abim durmadan ot doğruyor ben de çayın demlenmesini bekliyor bir yandan da gevezelik ediyordum.
Oldum olası iş görmeyi sevmez, konuşurdum sürekli, insan yorulmaz mı konuşmaktan? Yorulurdum tabi, çay demini alınca dilim sükuta ererdi…
Normalde abim, ben konuşurken beni dinlemez, dinliyormuş gibi yapar hatta çok konuşunca da kızardı, hâlâ öyledir, Allah başımızdan eksik etmesin.
Evimizin önündeydik!
Laf nasıl dönüp dolaşıp oraya geldi, konu neydi hiç bilmiyorum ama, abi dedim,
Ben damdan buraya atlarım!
Yaklaşık üç metre yükseklikte olan dam başından bulunduğumuz, ot doğradığımız yere, ot yığınlarının üstüne atlayacağım, altı da beton.
Atlayamazsın, dedi abim.
Ki o yaşlarda, hep yükseklerden atlama, diğer arkadaşların yapamadığı yaramazlıkları yapma gibi hayta bir halim vardı.
Hiç unutmam anamın bana yakıştırdığı şu sözü,
‘Göğe taş atar, altına başını tutar!’
Hâlâ başımda taş izleri olduğuna göre tespiti doğrudur anamın…
Bir keresinde seyyar satıcı gelmişti de evimizin üst tarafındaki yolda, köylü kadınlara zehir pahasına çul çaput satıyordu, ona kızdığım için yapacak bi’şey bulamayınca damdan diğer dama atlamaya çalışırken damın üstüne yetişemeyip duvarına toslamış tüm mahalleye ve o kazık atan satıcıya rezil olmuştum.
Atlarım dedim abime. Çayın demini almasına yaklaşık bir iki dakikalık zaman vardı.
Atlarım dedim ama gözüm yemedi. Yerden üç metre yüksek damdan beton üstündeki otlara atlayacağım…
Söz ağızdan çıkmıştı bir kere de ben gene de manevra yapıp,
Atlarım ama şimdi dama çıkamam dedim.
Halbuki o dama pencere demirlerinden tutunarak öyle bir çıkarım ki, merdivenden çıkan benden hızlı çıkamaz.
Ben çıkmana yardım ederim dedi abim.
Başka zaman olsa, meselâ demlenmeye hazır çay olmasa, öyle bir şey yapacağımı duysa döver bile…
Ayaklarım titreye titreye bir çırpıda çıktım dama, güya abim yardım ediyor!
Gece zifiri karanlık, cırcırböcekleri ötüşünü hızlandırdı.
Evde uyuyan Büyükanam var, diğer tüm kardeşlerim, anam, babam hepsi yaylada.
Dur şuraya biraz daha ot koyayım dedi abim.
Gerek yok, çekil atlıyorum der demez, bir çığlık duyuldu, gecenin ıssızlığında!
Öyle bir çığlık ki, hiç duymamıştım o güne dek!
Üstelik çığlığı atan da benmişim.
Büyükanam uyandı, koşup geldi yanıma.
Ayağa kalkacaktım da ayağımın biri yoktu, yalnızca deri tutuyor, ayağım sallanıyordu!
Ben ağlıyordum yediğim tokatların sayısını hesap etmeden.
Ambulans hizmeti de hazırdı o zamanlar. Sırtına bindim Büyükanamın, akrabamız olan muhtarın evine.
Saat gecenin üçü!
Uyku ilacı aldık geldik o kırık ayakla.
Uyudum mu bilmiyorum ama aklım hâlâ o mavi, çinko demlikteki çayda…
M’S
03.21
28 Eylül ’16


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir