HUZUR BOZULMADAN KAVUŞULUR MU HUZURA? (Öykü)


HUZUR BOZULMADAN KAVUŞULUR MU HUZURA? (Öykü)
Yollar sarhoştu, ayıkmayacaktı yağmur olmasa. Gelenler-gidenler hepsi sarhoştu, yağmur olmasa ayıkmayacaktı hiç kimse.
Nisanın içten içe gürleyen sessizliğinden fışkırıyordu yağmur. Öyle ya, nisan niçin vardı? Kabul olan duaların gökten süzülüşüydü iğri iğri yağan yağmur, bahar iniyordu!
Toprak kabul günündeydi, gök cömertliğiyle övünüyor, ikisi arasında sıkışan, ıslanan, varlığından muzdarip ruh, gözyaşı döküyordu. Karanlıkta ıslık çalarak korkusunu yenen çocuklar gibi, indiriyordu gözlerinden yaşlarını. Kimse görmezdi nasılsa, nasılsa nisan iniyordu gökten. Nisanda olmuştu her şey.
Güneş daha göstermeden kavruk yüzünü, buharlaştırmadan dereleri dağa çıkmalıydı, yola çıkmalıydı. Geçti, derleri, nehirleri geçti, kendinden geçti, denize gelmeden sıra. Üşüyordu, bir bardak sıcak çaya hasret kalakalmıştı yağmurun, toprağın, ağaçların ve kardelenlerin ortasında.
Üstü açık bir kulübe yaptı, topraktan bir sedir, taştan yastıklarla donattı içini. Dereler şırıldarken, çayın buharı, çayın taze kokusu alıp götürmek üzereydi. Alıp getirdi, öyle bir gel! Dedi ki, imkân yoktu gelmemesine. Sıkılmıştı, belliydi gözlerinden, şehir daraltmıştı, sahtelikler daraltmıştı.
Geldi, ellerini uzattı daldaki yağmur damlasına, damla inci oldu, düştü ellerinden. Ellerin oldu. Kayıp gitti, toprak oldu. Toprak kayacaktı, kökleri sağlamdı ağaçların. Yere sağlam basıyordu, yer sağlamlaştı.
Gözleri kaydı yine uzaklara, hep dışarıya aitmiş gibi girmedi kulübeye, dışarıda kaldı. Dışladı kendisini benliğinden. Biliyordu girse çıkmayacak, çıkamayacaktı. Çıkmak istemiyordu, girmek istemedi.
Uzaklardan geldi uzaklara, her yer yabancıydı. Kendine yabancıydı. Aklını almıştı yağmur, ıslandıkça üşüdü ve tutundu kendine. Gökten indiği gibi toprağa, toprağa verdiği hayata imrenerek tutundu kendine, uzun sürse de geldi kendine.
Doğaya çevirdi yüzünü, tepeden seyretmek için kendini tırmandıkça tırmandı yokuşları. Üstü açıktı kulübenin, bakışları yağıyordu içine yağmurla birlikte. Baktıkça gitti geriye, asırlık umutları yaksın istiyordu ocakta, hayallerini yaksın, içerlediklerini, içselleştirdiklerini yaksın.
Kendini seyretmekten sıkılmaz mı insan? Sıkılmak ne kelime, çatlayacak gibi oldu, hızla atmaya başladı kalbi, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Gel! Dediği de gelmişti ya, ferahladı, fer geldi dizlerine, dillerine dünden kalma dizeler geldi. Çalıların arasından koyuldu yola, çay demini almıştı. Ateşe düşen her damlanın çıkardığı sesten başka hiçbir ses kalmamıştı. Cümleler havada uçuşuyordu, çarpışınca çıkartılan sesleri ikisinden başka duyamazdı kimse, çıt çıkmadan konuşuyor, binlerce yıllık sessizliğin huzurunu bozuyorlardı.
“Aynalar olanca keskinliğiyle gerçekleri yansıtır.” Diyordu bilge, “aynalar düşünmez, düşünmedikleri için hata yapmazlar, düşünmek hata yapmaktır.”
Huzur bozulmadan kavuşulur muydu huzura?
mustafasus@hotmail.com


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir