HAFİFE ALMADIĞIMIZ HAYAT


HAFİFE ALMADIĞIMIZ HAYAT

“Belki de en mutlu insanlar baca temizleyicileridir.” diyor İsmet Özel,  devamında ise asıl vuruşunu yapıyor:

“Çünkü herkesi düşünmeyecek kadar mutlu

Herkes tarafından düşünülmeyecek kadar mutludurlar.” 

Neresinden bakarsanız bakın bir isyan, bir başkaldırı var. Sessizliğe gömülme arzusunu da beraberinde getiriyor dizeleri.

Ver, umut ver bana, işkencenin şahını ver, kaybedişleri göze aldım çoktan, sırtımı döndüğümden beri yağmurlara…

İşime yarayacak duaları kendim ediyorum artık, kuruyan köklerimi yeşertmemek için çekiliyorum topraktan, şehirden, dünyadan…

En çetin soğukları çekmek için paltomun yakasını kaldırmadan yürüyorum üstüne karanlığın, kararlılık içinde, içinde yeni yetme başkaldırışlar barındırarak.

Hafife almadığımdan mıdır nedir? Ağırlaşıyor yüklerim git gide, gittikçe çoğalıyor ayağıma bağladığım taşlar. Taş yerinde ağırdır bilirim, yük olmaya başladı ayaklarıma, tökezlemekten yürümeyi unuttum, yürümeyi, geri dönebilmeyi, kendime gelmeden…

Anasının eteğine yapışıp ağlayan çocuklar gibi, hangi dağın eteğine yapıştıysam tepesine karlar yağmaya başladı, kar yağsındı zaten, karlar örterdi umutları, örtmeliydi, içimde ne varsa hepsini kapatmalıydı, karartmalıydı geceler boyunca lapa lapa.

Gururumu ve bencilliğimi şaşırmalarının arasına koyuverdim insanların, alçak olmamasına alçak değildi gönlüm, gönlüm yüce, dağlarla yarışacak kadar yüceydi, göğe yakındı başları gönlümün, yüreğimin. Sıskalaştırdım, alçaltmadan.

Asaletinden ödün vermedim duygularımın, dört duvara kapatmadan önceydi. Güneş görüyordu, güneşi görüp kamaştırıyordu gözlerini, gözlerin o yüzden algılayamıyordu, o yüzdendi belki bir baca temizleyicisi kadar mutlu olduğun, fark etmiyordun, farkında olmadığındandı kim bilir?

Kimseyi düşünecek halde değilim, kimseye acıyacak, kimsenin derdiyle dertlenecek halde değilim, kendi derdim yeter bana derken, gözlerimi açtığımda geceye, kendi derdimmiş meğer beni baca temizleyicilerden ayırt eden. Kendi derdim yani, dertlendiğim, kedere gark olduğum, dört elle sarıldığım…

İşimiz, bu hayatı yaşamaksa, Sezen gibi bağırabilmeliydik, bağırmakla, haykırmakla kalmayıp, gelsin bildiği gibi, demeli, diyebilmeliydik.

Hayat üstümüze üstümüze geldikçe, altında ezilmek için kanat çırpmıyorduk, eziyordu, esaslı eziyordu ha!

Silkelenip kalkmak için eziliyorduk, ezdiriyorduk kendimizi, üşüyorduk da, ısınmanın zevkine varabilme adına.

Hep bir avuntuydu işte, hayat bir avuntudan öteye geçmiyordu.

Yenildik demeyi marifet bellemiyorduk. Yenildik işte! Ötesi var mı bunun?

Baca temizleyicisi olsak bile bundan kelli, hangi evleri, hangi dertleri, hangi ızdırapları ısıtmak için kirlendi bu bacalar, kurum tuttu böyle? diyerek dertlenecek ve mutsuzlaşacaktık.

İnsanları seviyorduk, hepsini seviyor hatta saygı duyuyorduk, bir bütün olarak bakınca öyleydi. Tek tek ayırt et derlerse dudak büküyorduk, bireyleri sevmiyorduk. Sevmediğimizi itiraf etmek kadar ağır ne vardı?

Kendimize korkular icat edip, icat ettiğimiz korkuların cenderesinde boğuluyorduk. Geriye içe kapanma kalıyordu, yalnızlık kalıyordu, kendimizle baş başa kalmak kalıyordu. En kolayı da buydu.

Susarak biriktirilen yaşanmışlıkların ölümü feryatla olur.

{fcomment}


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir