Zamanla iyileşir dedik, zaman en iyi ilaçtır dedik, danışmanımız zamandı, danıştık, danışıklı bir dövüşten kalma süreklilik arz eden dertler kabuk bağladı.

Geçer dedik, örttük üstünü, üstün körü bakışlarla sırıtık vaziyette geri plana ittik, boşluğa ittik, beynimizin ensesine gönderdik.

Ceplerimize doldurduğumuz taşların koşmalarımızı engellemesi gibi, engelledi geri plana ittiğimiz, üstünü örttüğümüz sorunlar.

Sorunlarımızın derdimize çare olmasını ister gibiydik, krizi fırsata çevirecek fırsatçılıklarımız oldu, yangından mal kaçırır gibi, sorunların çözümüne kulak asmayı kaçırdık gözden.

Çözdükçe dolaştığına inanıyorduk, dolaşıyordu da, borç sarmalı gibi, kedinin yumağı karıştırıp içine dolanması gibi, içinde kalıyorduk, içine alıyordu bizi.

Hatırlamak istemeyip de hatırımızdan hiç çıkmayacağını bildiğimiz ucube yaratıklardı sorunlarımız. “Eve gelecek misafirin, burnu çok uzun, sakın burnundan söz etmeyin diye, evdeki çocukları tembihleyen babanın düştüğü durumdu belki, bilinçaltına kazınıverdi adamın burnu, çayı ikram ettik, burnunuza şeker alır mıydınız? Sorusu kaçınılmazdı artık.”

Önceden yüklenmiş program gibi olmasını istedik çözülmeyen sorunların, hangi işlemi yaparsak yapalım, bir bilen olsun, tecrübesi görsün işimizi, arka planda çalışsın, ayak bağı olmasın bize, ayaklarımızı hızlandırsın istedik. Yarsın geçsin hantallığımızı, tıkanmışlığımızı…

Bir virüs gibi olacağını tahmin edemedik, edebilirdik, çaresizdik. İşimize de gelirdi tahmin etmek, işimiz gücümüz vardı. Yavaşlatmakla kalmadı işimizi, köreltti hevesleri, biriktirdi kaygıları, kaygılardı mideye inen, çarpıntıyı artıran kalplerdeki.

Ağrı kesicilerle kesmeyi başardık başımızdaki uğultunun kesif yoğunluğunu, ses gelmiyor uğultulardan derken, sesini kestiğimizi gördük, ses değildi bizi düşüren kör kuyuya, sesin kaynağını, kirin, virüsün kaynağını kurutmak istemedik.

Hep birilerine havale ettik, zaman nankör çıktı, nankör zannettik zamanı. Vermeden istedik her şeyi, veremedik, gücümüz yettiğince çektik kendimizi, cimriliğin alışkanlık mı yoksa bencillik mi olduğunu kestiremedik.

Kaç kez neşter aldık elimize, acemi cerrahlar gibi, kanattık kalbimizi, kalpleri. Ufacık bir kesikten sonra, kan görmeye dayanamadık, acıyı hissetmeye dayanamadık. Acıdan daha büyük acı işliyordu derinliklerimize, inmeden kaynağına, kurutmadan kökünden, daha büyük acılar yaşayacaktık. Cesaret edemedik vurmaya neşteri.

Geçici eczalar sürdük, sözde ataların sözleriyle, koca karı betimlemeleri ve ihtiyar tespitleriyle geçiştirdik, acıttık, acıdık, yaptığımız tespitler daha da derinleştirdi içimizdeki yarayı, acıyı, acıtanı.

Kökünü kurutamadığımız ayrık otu gibi saldıkça saldı derinlere köklerini, en haylaz bitkiler gibi sarıp sarmaladı etrafımızı. Yaprakları budadık, dallar duruyordu, dalları budamak acıtırdı, köklerini kurutmayı ölüm zannettik.

Bir kez ölsek belki de dirilecektik, göze alabilsek bir kez ölmeyi. Kim bilirdi? Bir kez vursak yaraya neşteri, kanayacaktı, kanatacaktı, cerahattan kurtulmanın en kötü yoluydu belki, en acı veren yoluydu.

Her gün ölmektense, bir gün ölmeyi yeğlemediğimiz içindi her şey. Her şey bu kadar basit değildi. Ölüm? Basit değildi.

Kaçıp gitmek çözüm değildi. Kalmak? Çözüm değildi. Çözümsüzlüğün dibine düşmek gerekiyordu belki, belki de saunadan çıkıp şok havuzuna atlamak gibi olacaktı çözümün gelmesi. Kendiliğinden kalkıp gelmiyordu hiçbir şey.

Beklemesini bilenin gelmiyordu saadet ayağına, beklerken çözüm üretenin geliyordu. Ne istediğini bilmeyen kimseye hiçbir şey fayda etmezdi.

Dilinden çıkan dualarla davranışlardaki duaların çelişkisinden belli değil miydi bu?

{fcomment}

 


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir